“Sizler benim kabul olmuş dualarımsınız! Sizler bahar çiçeklerimsiniz!”[1] diyordu verdiği konferanslarda. Tarihçe-i Hayat’a yazdığı ön söz için “Bunu bir iltifat-ı Peygamberî olarak kabul ediyorum.” diyecekti Üstad Bediüzzaman. İşte bu muhterem ve merhum şahsiyet, Konya’nın meşhur mürşitlerinden Hacı Veyiszade’nin torunu ve İbrahim Efendi’nin oğluAli Ulvi Kurucu Bey’dir.
Doğumu ve Gençlik Yılları
Ali Ulvi Bey, 3 Mart 1922 tarihinde Konya’da gözlerini dünyaya açar. 80 yıllık hayatının 18 senesini Konya’da geçirir. Hâfızlığını babasının yanında tamamladıktan sonra ilk ve ortaokulu Konya’da bitirir. Ayrıca, Hâfız Ali Efendi’den de kıraat öğrenir.
Kendisi, Cumhuriyet sonrası yaşatmak için yaşayan ve Konya’daki İslamî geleneğin öncüsü olan âlimler ailesine mensuptur. Konya’da geçen gençlik yıllarına dair hâtıraları, o günlerin Türkiye’sine, insanımızın neslini yetiştirme adına çektiği çilelere ve o devrin mağdur ve mazlum, ancak bir o kadar da samimi mü’minlerinin hüzün yıllarına bir aynadır.
Babasıyla hâfızlık yaptığı günlerde, birkaç kere emniyet tarafından camiye baskın yapılmasını şöyle anlatır: “O günler, üst üste felaketlerin yaşandığı günlerdi. Meyhaneci, bilmem kim serbest, oğluna Allah’ın kelamını okutan hoca hapisteydi. Bir gün polis babamı ve beni karakola götürdü. Bunun üzerine babam dedi ki: ‘Oğlum benim aşkım sizi okutmak, seni, EI-Ezher’e göndereceğim. Zira buralarda dinimizi yaşamak artık mümkün değil.’”[2]
Ardından hiç kimseye fark ettirmeden pasaport çıkartırlar. O günlerde Konya’nın zenginlerinden bir zat, babasına ikram niyetiyle ulemasıyla beraber Vehbi Efendi’yi de akşam yemeğine çağırır. Ev sahibi Hacı Mehmet Ağa saf bir insandır. Yemekten sonra babasına, “Hocam çocuklarla hicret ediyormuşsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Memleketin size ihtiyacı var. Sonra ben hacca gittim, hicazda muazzam bir fakirlik var. Sanatınız, mesleğiniz yok, ne yapacaksınız orada?” der. Babası bakmış ki işin saklanacak yanı yok: “Hacı Mehmet Ağa, yurdumda garip oldum.” diyerek yüreğinin sızısını Âkif’in şu mısralarıyla dile getir;
Görünmez âşinâ bir çehre olsun rehgüzârında;
Ne gurbettir çöken İslam’a İslam’ın diyârında?[3]
Sonra da sözünü şöyle devam ettirir: “İslam’ın diyarında değil, evimde garib oldum. Oğluma Kur’ân okutamıyorum. Bütün melanet serbest, polisin işi gücü yok, beni takip edip hapse götürüyor. Bir tarlam vardı, onu sattım. Ailemin ziynetini de sattım. Onlar bitinceye kadar çocukları okutacağım. Sonra da Hüccac’a sakkâlık, hamallık yapacağım.”[4]
Babasının bu ızdırabını Vehbi Efendi şöyle yorumlar: “Hacı Mehmet Ağa, bu hâle gelmiş imana aşk derler, bunun önünde durulmaz. Bırakın gitsin de yavrularını okutsun. Benim iki oğlumdan biri tüccardır, biri de hukuk okudu. Kitaplarım hangi mezatta satılacak onun gamını çekerim.”[5]
Mısır Günleri
1939 yılında ailecek Medine’ye göç ederler. Ali Ulvi Bey, buradan Kahire’ye geçer ve El-Ezher’de yüksek eğitime başlar. 1946 yılında tahsili bitince Medine’ye döner ve ilk olarak memurluk yapar. 1985 yılından itibaren II. Mahmud’un inşa ettirdiği Mahmûdiye ve Şeyhülislam Ârif Hikmet kütüphanelerinde çalışır ve buradan emekli olur.[6]
Ali Ulvi Kurucu; Âkif’in, “Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş: Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman türâb olmuş!”[7] dediği mahrumiyet yıllarında, iki büyük şehirde bulunur. Ülkelerinde zulme mârûz kaldıkları için uzaklaşmak zorunda kalan ilim, fikir, siyaset ve devlet adamlarıyla bu iki şehirde tanışır. Hem İslam’ın meseleleriyle ilgilenen, hem de şair hissiyatıyla gönlü muzdarip olan Ali Ulvi Bey, bu insanların birçoğu ile dostluklar kurar. Bunlar; Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Zâhid’ül-Kevserî, İhsan Efendi, Ali Yakup, Mustafa Runyun gibi şahsiyetlerdir. Ayrıca Arap âleminden gelen İhvânü’l-Müslimîn hareketinin başı Hasanü’l-Bennâ ve Filistin Müftüsü Şerif el-Hüseynî gibi zatlar da vardır. O, 56 yıllık Medine hayatında gerek Anadolu’dan gerek İslam dünyasından hac ve umre için ziyarete gelen, tanınmış birçok insanla da beraber olur. Şeyh Sâmil, Şeyh Mehmed Zâhid, Ebu’l-Hasen Nedvî, Saatçi Osman, Eğinli Hâfız Hasan gibi insanları evinde misafir eder.”[8]
Onun Mısır’da bulunduğu yıllarda, II. Dünya Savaşı patlak vermiştir. Sabri Efendi merak saikasıyla, bazı günler radyodan haberleri dinler. O dönem dilde sadeleştirme adı altında yeni kelimeler kullanılmaktadır. Sabri Efendi dinlediği üç kelimeyi anlayamaz ve “Anadolu insanının başına gelen bu dil faciası, nesilleri dejenere edecek. On sene evvel yazılan kitaplar okunmayacak ve nesiller birbirini anlamayacak. Sonunda biri çıkıp bu dil ile ne telif, ne tercüme, ne şiir ne de kitap yazılır, dolayısıyla medenî milletlerden birinin dilini almalıyız diyecektir.”[9] der.
Bu arada edebiyata merakı olduğunun farkına varan Ali Ulvi Bey, her teheccüd vaktinde şöyle dua eder: “Yâ Rabbi! Bana Âkif gibi şiir, Cenap Şahabeddin gibi nesir yazdır.” Bu duası kabul olmuş olmalı ki aruz ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde Âkif’in etkisi bariz bir şekilde görülür. Bu yüzden kendisine ikinci Âkif (Âkif-i Sani) gözüyle bakılır. Hatta ilk şiiri, “Mukaddesatçı Türk Gençliğine”, Âkif’in şiiri sanılır. Şiirlerini, Gümüş Tül ve Alevler isimli şiir kitabında, 1987–1990 yılları arasında neşrettiği yazılarını ise Gecelerin Gündüzü adlı kitapta yayımlar.[10]
Tarihçe-i Hayat İçin Yazdığı Ön Söz
Kendisi, Tarihçe-i Hayat’a ön söz yazma meselesini şöyle anlatır: “Merhum Üstad’ın adını, Kahire yıllarımda duymuştum. Fevkalâde zeki bir zat olduğu için ‘Bediüzzaman’ unvanı verilmiş. Ayrıca Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye’de âzâlık yapmış. Hem medrese ilimlerine hem de günün fizik, biyoloji ve astronomi gibi modern ilimlerine âşina imiş.”[11]
“Üstadın talebelerinden Âtıf Ural, bana bir mektup yazdı. Mektup, ‘Günümüzün Âkif’i, Aziz ve Muhterem Ağabeyimiz! Türk gençliğine hitaben yazdığınız şiirleri kendimi muhatap ederek okuyorum.’ diye başlıyordu. Daha sonra, Risale-i Nur’lar hakkında bir Tarihçe-i Hayat hazırladıklarını ve benim de bu esere ön söz yazmamı istiyordu. Ben de: ‘Kardeşim, böyle bir kitaba ön söz yazmak için evvelâ bu zatın eserlerini okumam; gayesini, şahsiyetini, neler yazdığını anlamam ve başından geçenleri bilmem lâzım.’[12] dedim. Bunun üzerine Risale-i Nur’ları gönderdiler. Hemen mütalâaya başladım. Evvelâ Üstadın imanına, İslam’a, Kur’ân’a olan aşkına hayran kaldım. Onun davaya olan sadakatinin sade bir inanç olarak kalmadığını, bir aşk, bir ideal hâline geldiğini gördüm. Bir mesele daha vardı ki, o da Üstad’ın bu eserleri, hapiste yazdırmış olmasıydı. Ben, kütüphanedeyim ve önümde binlerce kitap var, fakat böyle bir eser yazamıyordum.
Ben, bu düşüncelere dalmışken Âtıf’tan ön sözü beklediklerine dair telgraf geldi. Bunun üzerine arkadaşlara, ‘Mühim bir işim çıktı, bir hafta gelemeyeceğim.’ dedim. Harem-i Şerif’te sabah namazını kıldıktan sonra gönlümde, ruhumda ne varsa başladım yazmaya. Ben daha güzel ve anlaşılır olsun diye yazıyı çok güç ve geç yazardım. Buna rağmen, öyle müstesna bir fütuhata mazhar oldum ki, uzun sayılabilecek o ön sözü, 24 saat zarfında yazdım, tebyiz ettim ve postaya verdim.”
Onun yazdığı bu ön sözü Üstad üç defa okutur ve aynen konulmasını ister. Başına da şu cümleyi yazdırır: “Bu ön söz, Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.”[13]
Bu Hak dostu için Büyükkoyuncu Vakfı’nın kurucusu merhum İbrahim Büyükkoyuncu’dan Abdullah Aymaz Hocamızın dinlediği şöyle bir hâtıra daha var: İbrahim amcamız bir gün şöyle düşünür: “‘Koyunlarım, arsalarım, taş ocaklarım, adıma kayıtlı neyim varsa satıp Medine’de bir vakıf kurayım, oradaki fakirlere bakayım.’ Bu düşüncemi, Konya’ya gelince Ali Ulvi Bey’e anlattım ve ‘Bana ne tavsiye edersiniz?’ dedim. Bana ‘Medine’nin böyle bir şeye ihtiyacı yok. Sen bu servetini buradaki talebelerin tahsil ve yetişmesi için vakfet. Senin ve memleketimiz için bu daha hayırlı olur.’ dedi.”[14] İşte bu Hak dostunun tavsiyesiyle Büyükkoyuncu Vakfı kurulur ve yüzlerce talebe yetiştirilir.
Bu Peygamber âşığı, 3 Şubat 2002 tarihinde, Medine-i Münevvere’de ruhunun ufkuna yürür. Cennetü’l-Bakî’ye defnedilen bu insan için Hocaefendi, şöyle bir taziye mesajı yayımlatır: “Gittiği yerlere Ravza-i Tâhire’den soluklar taşıyan, şiiri ile Efendimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu aşkı terennüm etmekten dûr olmayan mümtaz insan Ali Ulvi Kurucu Beyefendi’nin huzur-u Rahman’a yürüdüğünü öğrenmiş olmanın inkisarını yaşıyorum. Merhumun ayrılığını kalbinde inkisar olarak hisseden tüm sevenlerine taziyetlerimi sunar, Cenab-ı Hak’tan af ve mağfiret dilerim.”[15]
Dipnotlar
[1]Abdullah Aymaz, “Konya’nın Medarı İftiharlarından Ali Ulvi Kurucu Hocamız”, Zaman, 5 Şubat 2002.
[2] Ertuğrul Düzdağ, Ali Ulvi Kurucu: Hatıralar-1, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2007, s. 99.
[3] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Neşre Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul: Sütun Yayınları, 2007, s. 415.
[4] Düzdağ, a.g.e., s. 99.
[5] A.g.e.
[6] Alim Kahraman, TDV İslâm Ansiklopedisi, “Kurucu, Ali Ulvi” maddesi.
[7] Ersoy, a.g.e., s. 416.
[8] Düzdağ, a.g.e., s. 20–21.
[9] Salih Okur, “Ali Ulvi Kurucu Bey”, www.cevaplar.org/index.php?content_view=1923&ctgr_id=98
[10] “Âkif gönüllü arif Ali Ulvi Kurucu”, www.tyb.org.tr/akif-gonullu-arif-ali-ulvi-kurucu-24346h.htm
[11] Ertuğrul Düzdağ, Ali Ulvi Kurucu: Hatıralar-3, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2007, s. 265.
[12] Düzdağ, a.g.e., s. 267.
[13] Düzdağ, a.g.e., s. 271.
[14] Aymaz, a.g.e.
[15] M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Ali Ulvi Kurucu için verdiği taziye mesajı, fgulen.com/tr/hayati-tr/taziyeleri/Fethullah-Gulen-Ali-Ulvi-Kurucu-Icin-Verdigi-Taziye-Mesaji