Işığa Mektup

Uyandığında dışarısı henüz aydınlanmamıştı. Erken kalkacak gücü kendinde bulamamış, gece de zaten uyumamıştı. Güneşin geç vakitte doğduğu bir memlekette, kaçıncı sabahıydı, bilmiyordu.

Gece yazmayı düşündüğü, ama sonra ertelediği mektubu ve bu mektubun başına eklemek istediği şiiri hatırladı:

Yine de ürkütmeden öpmüşüz bir ceylanı gözlerinin yaşından
incitmeden tutmuşuz ağzımızda yorulan kelebeği;
şimdi asmalardan korukların tadı silinmiş,
sesimizde sendeleyen bir keder,
uykusuzluk serin serin sızıyor acıyan tenimizden;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzde aşkın yeri çok derin.

Aynı acılar etrafında benzer sözler vardı. Aynı şeyler defalarca hissedilmişti. Bu şiir de bir temsiliydi bunun. Ne dese eksik, ne dese tekrarlamış olacaktı.

Camı açarken, bu defa kenardaki şiir kitabına götürdü elini. Şiir okumayalı bir hayli zaman geçmişti. Yazmaya başlamadan önce arkadaşının seveceği bir iki şey okumak istemişti. Aklına gelen bazı cümleleri yazmaya gece vakti niyetlenip ertelemişti. Sorsan ne ertelemeyi ne de bahaneleri sevmezdi. Daha önce işaret koyduğu sayfayı açtı. Şiire göz atarken yerine oturdu:

Uğuldayan bu rüzgâr
bu delice yağan kar
ürkütmesin seni
direnmektir artık
bekleyişin öbür adı

Sen türküler söyle
ve gülümse küçüğüm
çünkü sesinin
ırmağıyla yeşerecek
hasretin bozkırları

Ne küçüğüydü ne de beklenen, ama bu şiirle başlamak istedi hep aklında olan arkadaşına yazdığı mektuba. Alışkanlığa dönen bu düşünce silsilesi, bazen dayanılmaz gibi geliyordu. Alışmaktan korkardı eskiden. Göze çekilen bir mile benzetirdi alışkanlığı ve insanların bu kadar aleni bir şekilde kör olmayı seçmesini tuhaf görüyordu. Gel zaman git zaman alışmak hakkında yaptığı benzetme biraz ağır gelmişti gözüne. Yine de tedirgin olurdu alışmaktan. Elini muma götürür gibi tedirgin bir şekilde hatırladığı, unutmak istemediği çok şey vardı. Bu yüzden yazmaktan kaçmıştı haftalardır, ama bir yere kadar deyip kalemi aldı eline. Daha söyleyeceği birçok cümlenin en azından söyleyebileceği kadarının, hiçbir şeye aldırmayan şehirlerin karanlığında akıp gitmesine izin vermeyecekti. Hem başka bir arkadaşından duymuştu. Mektup, çok büyük, çok heyecanlı, çok ümitli bir selam oluyormuş artık onlar için.

Nasıl hitap edeceğine karar veremedi. Aklına gelenlerin her biri eğreti durdu. Onu rahatsız edici bir söz kullanmamak için kelimeleri dikkatle seçmeye gayret etti:

“Şu satırları yazarken bulunduğun yer aklıma geliyor.”
“Bu ne düşüncesizlik!” dedi içinden. Gecikmesinin utancını hissetti. Sözlerinin bir anlamı olabileceği yerde, sessiz kalmanın büyük bir hata olacağını biliyordu. Utancını bir kenara bırakarak devam etti bu yüzden:

“Bulutları göremeden yaşadığın bir dünyada, kendime de çok görüyorum bulutları.”

Ağlamaya başladı. Kalemi bıraktı, sonra yazacaklarından emin olamayan bir tavırla yeniden eline aldı. Bir şiir daha eklemek istedi. Bu şiir belki ikisi için de bir teselli vesilesi olurdu.

Bir gün anlarsın beni neden suskunum
Dünya içimde konuşurken böyle
Bedenimi aşıyor yorgunluğum
Karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor
Bu öyle bir çığlık ki susuşlar kalıyor geride.

Ne derse desin, ne yazarsa yazsın; son konuşmalarında, bir ikindi vakti, sokaktaki kedilerin incinmesinden dert yanan arkadaşı, onun sıradan sözlerine kızacak değildi. Bu şefkati hissederek devam etti. Biliyordu ki arkadaşı kızmazdı. Tebessüm eder, beklerdi.

Dipnotlar

Bu yazıyı paylaş