Düşüncenin Aşamaları

Allah Teâlâ’nın (celle celâluhu) insana ihsan ettiği nimetlerden biri de düşünme ve akıl yürütme kabiliyetidir. Düşünme, bir veya birkaç önermeden yeni bir önerme çıkarmak, bir sonuca ulaşmaktır. Akıl, öncüller arasında bir bağ kurarak hükme, yani sonuca ulaşır.[1]

Üç türlü akıl yürütme vardır: talil (tümdengelim), istikra (tümevarım) ve temsil (analoji). İnsan düşünürken bu üç yoldan birini kullanır. İnsan zihninin bu üç yolu, onun formunu teşkil eder. Düşüncenin formu, bütün zamanlarda ve yerlerde aynı kalmasına rağmen, farklı zaman ve mekânlarda, bu üç akıl yürütme yolundan birine daha fazla ağırlık verebilir. Bazı insanlar tümevarım yolunu, bazıları da temsil yolunu daha fazla kullanabilir.[2][3]

Dimağ, düşüncenin meydana geldiği yer olarak tarif edilebilir. Bediüzzaman Hazretleri, dimağ ve vicdanı, kalbin iki ünitesi olarak zikreder: “(Kalb) bir latîfe-i rabbâniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.”[4]Duygular kalbin vicdan ünitesinde, düşünceler de dimağ ünitesinde meydana gelmektedir.

Düşünce, dimağda belli aşamalardan geçerek gerçekleşir. Bunlar tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikattır. Bu aşamaları, psikolojideki insan şuurunun üç seviyesi ile irtibatlandırabiliriz. Tahayyül ve tasavvur, daha çok şuuraltı ile bağlantılıdır. İnsanın tecrübeleri şuuraltında depolanır. Bu ortam kirli ise tahayyül ve tasavvurlar da kirli olur. Şuuraltı temiz ve güzel hatıralarla dolu ise tahayyül ve tasavvurlar da temiz ve güzel olur. Şuur ve şuurüstü seviyeleri de şuuraltına göre şekillenir. İnsanın bu tecrübe ve hatıraları, onun karakterinde ve hayatında ciddi tesirlerde bulunur. Düşüncenin taakkul ve tasdik aşamaları ise şuur seviyesi ile bağlantılıdır. Bu safhalarda insan düşünceye yön verir, müdahale edebilir. Düşüncenin unsurlarını istediği şekilde kullanarak sonuçlara ulaşabilir. İnsan göz önünde, toplum karşısında şuur seviyesinde hayatını sürdürür, kurallara aykırı davranmamaya çalışır. Düşüncenin iz’an, iltizam ve itikat seviyesi ise daha çok kişiliğin şuurüstü mertebesiyle bağlantılıdır. Bu seviyelerde bilgi inanca dönüşür, duygularla karışır ve perçinlenir.

Tahayyül

Bilginin ilk aşaması olan tahayyül, bir şeyi hayalde canlandırma demektir. Görme, duyma, koklama, tatma ve dokunma duyularından ve kalb, ruh, sır, hafî ve ahfâ gibi latifelerden gelen bilgiler, hayalimize uğrar. Bu bilgiler hayal dünyamızın, yani bilinçaltımızın içeriğine göre belli belirsiz şekillerde görünmeye başlar. Kişi şuuraltını, hayal dünyasını temiz tutmaya çalışırsa, tahayyül aşamasında ortaya çıkacak bilgi de temiz ve doğru olur. Buna karşılık şuuraltı kirli olan insanın da hayal dünyasında karmakarışık, abes bilgiler ortaya çıkar. Batıl inançlar ve hezeyanlar, genelde bu tür zihinlerde meydana gelir.

Çirkin hayallere takılıp kalmamak için, insanın yüce bir gayeye sahip olması gerekir. Bir ideali olmayan insan şuuraltının çirkinlikleri arasında kaybolup gider. Bediüzzaman Hazretleri, “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.”[5] cümlesi ile bunu ifade etmektedir.

Tasavvur

Zahirî ve batınî duyularla algılanan bilgiler, tahayyülden sonra tasavvura geçer, biraz daha somutlaşır, şekillenir. Tasavvurda bir konu üzerinde sathî düşünme, kesin bir hükme ulaşmadan o konu hakkında bir mefhum geliştirme söz konusudur. Mesela uzakta görülen dumanın niteliğini bilmeden tahminlerde bulunma tahayyül iken, biraz daha yaklaşınca o dumanın bir yangın sonucu çıktığını düşünmek, ancak yangın hakkında net bir bilgiye sahip olmamak tasavvurdur. Günümüzde zamanının çoğunu sosyal medyada geçiren insanların bilgileri çoğunlukla tasavvur seviyesinde kalmaktadır. Yani farklı konulardaki sathî bilgilere göz ucuyla bakılmakta, ancak o bilginin niteliği ve ayrıntısı hakkında vukuf sahibi olunmamaktadır. Bu sebeple tasavvur seviyesinde kalan bilgi faydasız ve değersizdir, insana bir şey kazandırmaz.

Taakkul

Akletme, düşünme anlamına gelen taakkul seviyesinde bilgi, şuur seviyesine çıkmaktadır. Tahayyül ve tasavvur aşamalarında âdeta el yordamı ile ulaşılan bilgiler, taakkul seviyesinde bir hüküm verebilecek hâle gelmektedir. Mantıkta önermeler taakkul seviyesinde ortaya çıkar. Önerme, kavramlar arasında bağlantı kurmak, bir tasdik ve hükümdür. Önermenin doğru veya yanlış olması gerekir.[6][7] Mesela “Bu ev güzeldir.” bir önermedir.

Mantıkta tümdengelim, tümevarım gibi düşünme yöntemlerinde önermeler öncül olarak kullanılır ve bir sonuca ulaşılır. Gerçek anlamda düşünme denildiği zaman, bu yöntemlerle önerme öncüllerinden sonuç çıkarılması kastedilir. Tahayyül ve tasavvur aşamalarında olup bir hüküm ifade etmeyen şüpheli bilgilerin zihinden akıp gitmesi, gerçek düşünme değildir. Çünkü bu bilgiler hakkında bir hüküm oluşması için gerekli netlik ve mantık henüz mevcut değildir.

Tasdik

Taakkul seviyesinde ulaşılan önermeler kullanılarak bir sonuca ulaşılmasına tasdik denilmektedir. Klasik mantıkta en doğru sonuca ulaştıran akıl yürütme yöntemi tümdengelimdir. Orta Çağ’da klasik mantığın düşünme yöntemi olan tümdengelim yaygın olarak kullanılırken, Rönesans’tan itibaren tümevarım ve örnekleme yöntemleri tercih edilmeye başlanmıştır. Düşünme yönteminde gerçekleşen bu önemli değişim ile Batı medeniyeti ortaya çıkmıştır.

Taakkul ve tasdik, şuur seviyesinde gerçekleştirilen düşünme faaliyetleri olmakla birlikte düşünce henüz kalbe ulaşmamıştır. Akıl, bilginin doğruluğunu onaylasa da kalb o konuda henüz yakîne ermemiştir. Aklı onayladığı hâlde kalbi mutmain olmayan kişilerin ilmi bu türdendir. Mesela bazı müsteşrikler İslamî ilimlerde bir Müslüman âlim kadar bilgi sahibi oldukları ve İslamiyet’in doğruluğunu akılları tasdik ettiği hâlde Müslüman olamamışlardır. Çünkü onların bilgisi taakkul ve tasdik seviyesinde kalmış, iz’an, iltizam ve itikad seviyelerine ulaşamamış, yani bu ilimlerin nuru, kalblerine yerleşmemiştir.

İz’an

İz’an seviyesinden itibaren bilgi kalbe mal olmakta, duygularla bezenmekte, şuurüstüne yükselmektedir. İz’an seviyesindeki ilme, kalbin bir boyutu olan dimağın yanında diğer boyutu olan vicdan da onay vermektedir. Muhtemelen Roma İmparatoru Herakleios’un İslam’ı kabulü tasdik seviyesinde kalmış, Necâşî’nin imanı ise iz’an mertebesinin üstüne çıkmıştır.

İz’an seviyesine ulaşmayan ilim, kalblere tesir etmez. Bilgiyi vicdanında ve ruhunda yoğurmayan insanların sözleri ve yazıları insanlar üzerinde kalıcı bir etki bırakmaz. Bilgiyi duyguları ile yoğuran Üstad Bediüzzaman gibi kimselerin sözleri, insanlar üzerinde kalıcı etkiler meydana getirmiştir.

İltizam

Mantıkta iltizam, bir sözün anlamının dışında başka bir şeye delalet etmesine, o şeyin varlığını gerekli kılmasına denilmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin, “Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz, bir harf kâtipsiz olamaz; biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur?”[8] ifadesinde bir köy muhtarın, bir iğne ustanın, bir harf kâtibin ve kâinat da sayısız âyetleriyle Allah’ın (celle celâluhu) varlığı ve birliğinin zorunlu olduğuna işaret etmektedir.

Hayalimizde şekillenmeye başlayan, aklımızda onaylanan ve vicdanımızda benimsenen ilim, iltizam mertebesinde zorunluluk seviyesine çıkmaktadır. Artık bu bilgi, uygulaması gereken kesin bir bilgidir. İnsan bedeni, aklı ve ruhuyla bu bilgiyi onaylamış ve uygulamaya başlamıştır. Aklı ikna eden, kalbi ve ruhu doyuran ilim, insanlar tarafından kabul edilir ve uygulanır.

İtikat

Samimi bir şekilde, kalbden inanma anlamına gelen itikat seviyesinde bilgi, aksi imkânsız olan bir kesinliğe ulaşır. İhlaslı bir müminin imanından dönmesinin imkânsız olması gibi, itikat seviyesine ulaşmış bilgi de sarsılmaz bir sağlamlık kazanır.

İlmin insan dimağı ve vicdanındaki aşamalarını bilmek, öğrenim faaliyetlerinde insanların işlerini kolaylaştırır. İnsan, muhatabının hangi ilim mertebesinden konuştuğunu bu aşamalara bakarak anlayabilir. Benzer şekilde, bir bilginin hangi seviyede doğruluk değeri taşıdığını, bu aşamalara bakarak tahmin etmek mümkündür.

Dipnotlar

[1] Nurettin Topçu, Mantık, haz. Ezer Erverdi, İsmail Kara, İstanbul: Dergah Yayınları, 2006, s. 21.

[2] Necati Öner, Klasik Mantık, Ankara: Divan Kitap, 1998, s. 104.

[3] Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1979, c. 6, s. 397.

[4] Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 78.

[5] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 531.

[6] Topçu, a.g.e. s. 19; Necmüddin Ömer b. Ali Kazvini, Eş-Şemsiyye fi Kavaidi’l-Mantıkiyye, İstanbul 1301, s. 16.

[7] Hilmi Ziya Ülken, “İbni Sina” md., İA, c. 5/2, s. 809–811.

[8] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 52.

Bu yazıyı paylaş