Bu sabah gökyüzü griye boyanmıştı. Yılda iki üç ay güneş gördükleri bu ülkede, grinin her tonuna alışmıştı artık. Sabah namazından sonra, eline bir fincan kahve almış, pencerenin önündeki koltuğa ilişmişti. Son beş yıldır yaşadığı çalkantılı hayat geçti gözlerinin önünden. Ne kadar çok yorulduğunu hatırladı. Neyse ki artık birçoğu sona ermiş, yaşanan bunca sıkıntının ardından kendine yeni bir düzen kurabilmişti. O kahvesini yudumlarken gün doğmuş, güneş yine kendini bulutların arkasına saklamıştı. Duvardaki saate baktı. Yarım saate kadar hazırlanıp çıkmalı, 6.00 otobüsüne yetişmeliydi. Dükkânı o açıyor, diğer elemanlar 8.00’e doğru geliyordu; geç kalmak istemezdi. Yarım saat sonra, otobüsün buğulu camına alnını dayamış, düşüncelere dalmıştı.
Sezgin, üniversitede tanımıştı bu güzel insanları. Birinci sınıfın sonlarına doğruydu. Dört arkadaş kaldıkları evde, ciddi sıkıntılar yaşıyordu. İçlerinden bir tanesi madde bağımlısıydı. Birkaç kez evde komaya girmiş, hastaneye zor yetiştirmişlerdi. Defalarca arkadaşıyla konuşup bu alışkanlığından vazgeçirmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştı. Krize girdiği anlarda, kendini kaybetmeye, kırıp dökmeye başlamış, evde huzur falan bırakmamıştı. Yaz tatiline girmeye bir ay kalmıştı, ancak ev dayanılacak gibi değildi. Sıkıntısını paylaştığı bir arkadaşı, kendi evlerinde yer olmadığını, eğer isterse güzel bir öğrenci yurdu bildiğini söyledi. Bir ay değil miydi nasılsa? Şimdilik oraya geçer, seneye başka bir ev bulup taşınırdı, ama düşündüğü gibi olmayacaktı. Yurda taşınmasıyla hayatına yeni bir pencere aralanacak, yaşatmak için yaşama idealiyle yanıp tutuşan, yepyeni bir insan olup çıkacaktı.
Otobüsten indi. Dükkânı besmeleyle açtı. Burası orta büyüklükte bir kafeydi. Ortalığı güzelce silip süpürdü. Masaların ve tezgâhların tozlarını aldı. Mis gibi olmuştu. Kahve için ocağa su koydu. İki garson ve bir fırıncıdan oluşan ekip birazdan gelirdi. Garsonlardan biri Suriyeli, diğeri Afgan’dı. İçlerinde yaşça büyük ve en kıdemli olanı Iraklı fırıncıydı. Saddam Hüseyin döneminde ülkesinden çıkmak zorunda kalan bir muhacirdi. Sezgin, bu sağlam ekibe bakıp, “Ümmetin göç eden çocukları!” diye iç geçirirdi. Kafenin sahibi 60 yaşlarında, İtalyan asıllı bir kadındı. Her gün 11.00’e doğru işe gelir, öğlen 2.00 gibi ayrılır, siesta (öğle uykusu) saatinde ortalarda gözükmezdi. Akşamüstü tekrar uğrar, kafe kapanana kadar masalar arasında dolaşırdı. Elemanlarının her birinin hikâyesini ayrı ayrı dinlemiş ve üzülmüştü. Onlar için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyordu. Aslında bu üç mülteciyi yanında çalıştırması bile yeterdi. Bu yaptığı Ensar’ın Muhacirler’e bağırlarını açması kadar sevimli bir hareketti.
Sezgin, temizlik ve bulaşıktan arta kalan zamanlarda garsonlara yardım ederdi. Konuşmasını ilerletmek için bu güzel bir fırsattı. Dilini biraz daha geliştirirse, daha iyi bir iş bulabilirdi. İlerleyen günlerde kafe sahibinin kendisine işletmecilik teklif edeceğinden henüz habersizdi. Kadın, Sezgin’in hâl ve tavırlarından çok etkilenmiş, evladı gibi gördüğü bu genç adama, kafenin işletmeciliğini devretmeye çoktan karar vermişti.
Sezgin, ülkesinde maalesef okulunu bitirememişti. Genetik mühendisliği bölümünde, üçüncü sınıftayken, telefonundaki hemen herkesin kullanabileceği, sıradan bir uygulama yüzünden, hakkında arama kararı çıkartılmıştı. Arandığını duyduğu andan itibaren bir daha okuluna uğramamıştı. Hiç suçu yokken tutuklanıp hapse girmek istemiyordu. Ebu Cehillerin, Ebu Leheblerin geri döndüğü bu dönemde suçsuzluğunu ispat edebilmesi imkânsızdı. Şehirler arası yolculuk yapamadığı için bulunduğu yerin içine hapsolmuş gibiydi. Aynı şehir içinde sürekli yer değiştiriyordu. Üstelik ailesi de destek olmuyordu. Destek olmadıkları gibi, “Nerede olduğundan haberimiz yok, ihbar edelim de hapse gir; hiç olmazsa yerin belli olur!” deyip kendi öz oğullarını tehdit ediyorlardı. Mus’ab ibn Umeyr’in (radıyallâhu anh) ailesinden ne farkları kalmıştı? Sezgin’in ailesinin de baskıları artık dayanılmaz bir hâle gelmişti. Bir gün, “Peki Allah’ın dünyası geniş değil miydi? Siz de orada hicret edeydiniz ya?” (Nisa, 4/97) âyet mealini okuduktan sonra, muhacirler kervanına katılmaya karar verdi.
Ancak ne bu ülkede hür yaşamalarına izin veriliyordu ne de ülkeden çıkmalarına. Birçoğunun pasaportuna el konuyor, yurt dışına çıkış yasağı getirilip seyahat özgürlükleri kısıtlanıyordu. Ülkeden çıkmaya çalışan bazı arkadaşlarının sınır boylarında yakalanıp tutuklandığı, hapse atıldığı haberleri geliyordu. Tıpkı Medine’ye hicret için yola çıkan muhacirleri, yolda yakalayıp esir alan, hapsedip işkence eden Mekkeli müşrikler gibi! Sevgili Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye hicretinde, gözyaşları sakalını ıslatırken, son defa dönüp Mekke’ye baktığı gibi, sınırı sağ salim geçenler de arkalarına dönüp gözyaşları içinde son kez vatan toprağına bakıyorlardı.
Sezgin ve yüzlerce arkadaşı, “Bir daha gelmek nasip olur mu acaba?” diyerek, gözlerinde yaşlarla, sevdiklerini geride bırakarak vatanından ayrılıyordu. Allah’ın rızası için çıkılan bu yolda, bütün muhacirler gibi, belli bir yaşanmışlığı ardında bırakarak, her biri yeniden başlıyordu hayata. Zorunlu çıktıkları bu yolda, semerelere şahit oluyorlardı. Gittikleri ülkeler onlara, Medine gibi kucak açıyor, resmî işleri sırasıyla hâlloluyordu. Yeni geldikleri bu ülkelerde insanlara faydalı olmak adına, birçok sosyal projeye katılıyorlardı. Devam ettikleri dil kursları ve sosyal hayatta aktif olarak rol almaları sebebiyle, bulundukları ülkelere çabuk entegre olmuşlardı. Ev sahipliği yapan ülkeler de son yıllardaki göç dalgasıyla gelenlerin farkındaydı. Bu aktif ve çalışkan insanların, kendi ülke ve vatandaşlarına katacağı pozitif katkıları düşünerek, hem onlara sahip çıkıyor hem de onlar için alternatif projeler geliştiriyorlardı.
Bütün bu güzel gelişmeler içindeyken bazen vatan düşüyordu gönüllere. Medineli Müslümanların, zulüm ve işkence altındaki Mekkeli kardeşlerine üzülmeleri gibi, yurt dışındakiler de geride bıraktıkları arkadaşları için üzülüyordu. Dualar Arş-ı Âlâ’ya dalga dalga yükseliyordu. Farkındalık oluşturmak adına çeşitli organizasyonlar düzenleniyor, yurt dışında yürütülen bu kampanyalar, insan hakları derneklerinde ve hür düşünce platformlarında büyük yankı uyandırıyordu.
Boykot yıllarında Mekkeli Müslümanları tecrit edenler benzeri, ülkesinde kendilerini suçlu ilan eden güruha üzülüyordu. Ellerini kaldırıp yakarıyor, “Yâ Resûlullah, yaşadıklarımız Sizin çektiklerinizin yanında okyanusta damla gibidir. O damla sizin yolunuzda olduğumuzun bir göstergesi olur inşallah. Bugün arkadaşlarımızın yaşadıkları, belki Asr-ı Saadet’te yaşananların bir iz düşümüdür. Yâ Rab, bizleri Habibullah ve sevdiklerinle beraber haşreyle!” diye dua ediyordu.
Bir gün bizi suçlayan ve ötekileştiren insanlar, Kerbela sonrası vicdanları biraz olsun sızlayanlar gibi, “Eyvah, biz ne yaptık!” derler miydi acaba?
Akşam olmuş, hava kararmıştı. Sezgin, kafedeki son müşteri de ayrılınca, yerleri paspaslamaya başladı. Sandalyeleri masaların üzerine ters çevirdi. Ocakların kapalı olduğundan emin oldu. Işıkları kapatıp alarmı kurdu ve dükkândan çıktı. Kapıyı besmeleyle kilitleyip her şeyi Allah’a emanet etti. Alın terinin helal kazancıyla köşedeki markete uğradı, sonra otobüse bindi. Bir günü daha çalışarak ve kimsenin hakkına girmeden tamamlamanın huzuruyla yeni yurdunda, yeni evine doğru yol aldı.