Sürgün Yılları

İmkânsız gibi görünen badireleri atlatıp gecenin karanlığında usulca bineğimize atladık. Ellerimizle sıkı sıkıya tuttuğumuz lastik botla yekvücut olurken, motorun cılız sesi de bir ninni gibiydi. Motorun dümen çubuğunu kaçacakmış gibi kavrayan zatın yüzündeki donukluk ise damarlarımızdaki kanın akışını dondurmuştu âdeta. Tepemizden inen her dalgada komple duş alarak âheste bir vaziyette, uzaktan görünen adaya bir adım daha yaklaşıyorduk. Geçen her saniyede, ölümün soğuk nefesini ensemizde hissederken maneviyatın verdiği güçle, yüzümüzde korkudan eser yoktu. Gözlerimiz karanlığı bir lazer ışını gibi deliyordu; kartalın avına odaklanması gibi, sadece bir karaltı hâlindeki adaya sabitlenmiştik. Alabora olup soğuk sulara dalmak ucuz bir kurtuluştu belki, ama artık denizin dev dalgaları da sanki birer sığınağa dönüşmüştü. Binbir güçlükle kendimizi karaya atıp çamurlaşmış toprağa kapaklandığımızda, sanki bedenimize yeniden ruh üflenmiş gibi hissettik.

            Daha nice zorluklardan sonra, Avrupa’nın iç kesimlerine ulaştık ve gördük ki bu insanlar bize anlatıldığı gibi değil. En başta dürüstler, başkasının malında gözleri yok, kibirli değiller, hasetlik semtlerine uğramamış ve dedikoduyu bilmiyorlar; bırakın dedikoduyu, komşularının başarılarıyla övünüyorlar.

 Görünen o ki, hep Batı’yı taklide çalışan Doğu, evrensel insanî değerleri de Batı ülkelerinden öğrenecek gibi. Fevç fevç mülteci akınları da zaten onu gösteriyor. Bizim gibi hicret edenler yanında, yine ölümü göze alıp tehlikeli yollarla, sadece rahat yaşayabilmek için Batı ülkelerine göçenlerle dolu her yer.

            Bu insanların karınları tok, sırtları pek, fakat maneviyat açısından bazı katkılarımızın olabileceği anlaşılıyor. Her zemin ve durumda, “Bugün Allah için ne yaptın?” sözü aklımıza gelince, içimizde bir ürperti olmuyor mu? Evet, şu güzelim insanlar için bir şey yapabiliyor muyuz? Onların kalblerinin mutmain olması, manevî atmosferlerinin nurlanması için bize düşen sorumluluklar yok mu? İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanlar değil mi? Ortak evrensel insanî değerlerimize sahip çıkma, Yunus’un deyimiyle, tanış olma, işleri kolay kılma, sevme, sevilme ve ortak problemlere çözüm bulma… Ne güzel gayeler, değil mi?

            İnanıyorum ki herkes elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordur. Aksi hâlde, “Onlar benim kardeşlerim!” müjdesine mazhar olunabilir mi? Aksi hâlde, mahşerde gıpta ile bakılan, Arş’ın gölgesindeki nuranî kimseler için söylenen, “Onlar sadece Allah (celle celâluhu) rızası için bir araya gelen insanlar!” övgüsüne layık hâle gelinebilir mi?

            İşte bunun için herkes yanıp tutuşuyordur, bir sonraki günü ihya etmenin heyecanıyla geceleri gözlerine uyku girmiyordur, bir kişiye daha ulaşabilir miyim diye kendini yiyip bitiriyordur, zira dünya çapındaki hüsnükabul bunu gösteriyor.

            Sonuçta sürgün yıllarını, avare yıllara dönüştürmekten Allah korusun! Sürgün yıllarında, her ülkede sürgün vermeye devam edilebilmeli ki yüreklerimize su serpilsin.

Bu yazıyı paylaş