Kur’ân’da hicret kavramı daha ziyade peygamber kıssaları üzerinden zulme uğrayanların zulümden kaçıp başka beldelerde dinlerini yaşamaları için gitmesi kapsamında birçok âyet ve sûrede anlatılır. Temel olarak hicret edilen beldelerde kalma keyfiyeti ile ilgili Kur’ân’da üç kavram ile karşılaşırız: İlki güzelce yerleşme olarak anlatılırken ardından sükûn bulma kavramı nazara verilir ve son merhale ise bulunulan yeri kendi Medine’si kabul edip kök salma anlamına gelen ‘temekkün’dür.
(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. (İnsanlar) bunu bir bilselerdi![1]
Bu âyet-i kerimede hicret edenleri “Dünyada güzel şekilde yerleştiririz” ifadesinin karşılığı olan fiil “Tebevvee” fiilidir. Bu fiil Arapçada oturma, güzelce yerleşme, bir miktar konaklama ve geleceğe hazırlanmak anlamlarında kullanılır.
Hicret âyeti olarak meşhur olan bu âyetin devamında;
“O muhacirler hak yolda sabreder ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler.”[2]
buyurulmakta olup muhacir olabilmenin en önemli iki vasfı nazara verilmektedir: Sabır ve Tevekkül… Muhacir sabreder ve Allah’a güvenip dayanıp tevekkül içinde olursa o zaman bulunulan yere yerleşme daha kolay olacaktır. Zaten iki dünya saadetinin en önemli gerekliliği de ‘tevekkül’dür.
“İmân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktizâ eder.”[3]
Sabır ve Tevekkül ile bir beldede iyice yerleştikten sonra, Kur’ân Allah’tan korkup, çekinenler için sükûn bularak daha da yerelleşmeyi müjdelemektedir.
“Ve onların arkasından yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu müjde benim karşıma çıkacağından çekinen ve benim tehditlerimden korkanlar içindir.”[4]
Bu âyet-i kerimeden anlamaya çalıştığımız Rabbin emir ve yasaklarına riayet edenlerin daha kolay sükûn bulacağıdır. Hicret beldesine yerleştikten sonra Cibril hadisinde anlatılan İman-İslam ve İhsan’ın en iyi şekilde özümsenip hayata hayat kılınması o beldede sükûn bulma ile neticelenecektir. Mesken tutma olarak adlandıracağımız bu sürece kendi değerlerimizi muhafaza ederek entegre olma da diyebiliriz. Diğer bir adlandırma ile “Asimile olmadan entegrasyon”.
Son merhale ise bulunulan yerde artık yeryüzü mirasçısı olma adına bir yerleşme şeklidir ki Kur’ân bu döneme “Mükne-Temekkün dönemi” diyor. Kök salma, ekolleşme de diyebileceğimiz bulunduğu beldeyi Medine’si kabul etme ve muhacirin ensar olma yolunda kendi Medine’si ile hem-dem olması da diyebiliriz.
Biz ise diliyorduk ki, ülkede aşağılanıp ezilen o insanlara lütufta bulunalım, onları (zalimlere tâbi olmaktan kurtarıp) kendilerine uyulan bir millet yapalım, içlerinde insanları Allah’ın yoluna yöneltecek rehberler var edelim ve onlara mirasçı kılalım. Ve onları, o ülkeye yerleştirelim, orada kendilerine geniş imkânlar verelim; Firavun, Hâmân ve ordularının ise onlardan korktuklarını başlarına getirelim.[5]
Hz. Musa (aleyhisselâm) kundakta başlayan hicret serüveni ile tüm yeni doğan erkek çocuklarının öldürüldüğü bir beldede saraya tüm korkulardan sıyrılarak güzelce yerleştirilir, ardından orada sükûn bulur, bir saray çocuğu olarak yetişir, henüz Peygamberlikle şereflenmemiştir, ama istikbalde hayırlı seçileceklerden (Mustafeyne’l-Ahyar) biri olacaktır.
Onlar bizim yanımızda seçkin ve hayırlı kimselerdir.[6]
Hz. Musa (aleyhisselâm) peygamberlik öncesi büyük dedesi Hz. Yusuf (aleyhisselâm) zamanından gelen dinin bakiyeleri ile amel eder ve Allah’ın emir ve nehiylerine riayet eder, bunu yaparken sarayda azami dikkatli ve tedbirlidir, bütün tedbirlere rağmen, dış yüzü itibarıyla çirkin görünen bir hadisenin sonunda Medyen’e hicret etmek zorunda kalır, burada kayınpederinin rahle-i tedrisinde yetişme dönemini tamamlar ve kendi Medine’si olan Mısır’a dönerken yeryüzü mirasçısı olma adına Tûr Dağı’nda Peygamberlikle şereflenir, artık ekolleşme dönemi başlayacaktır. Bu dönem insanlara önder olma, onların dertleri ile ilgilenme, insan-ı kâmil olma ve oldurma dönemi olup, muhacirlikten ensarlığa geçişin diğer adıdır.
Tüm Peygamberler hayat kesitlerinde bu hicret dönemlerini yaşamışlardır. Kur’ân’da özel olarak Hz. Yusuf (aleyhisselâm), Hz. Musa (aleyhisselâm) ve Hz. Zülkarneyn (aleyhisselâm) örnekleri üzerinden Mükne dönemi (ekolleşme-temekkün) akıllarımıza yaklaştırılmaktadır. Yusuf Efendimizin (aleyhisselâm) çektiği sıkıntılar sonrası[7], Hafiz ve Alim olması üzerinden mükne anlatılırken[8], Hz. Musa (aleyhisselâm) kıssasında yeryüzüne mirasçısı olma, Hz. Zülkarneyn (aleyhisselâm) kıssasında ise sebeplere riayet edip zaman ve zemini doğru okuma üzerinden Mükne dönemi tarif edilmektedir[9].
Bu üç dönem içinde yeryüzüne mirasçı olma dönemini Mükne dönemi olarak tarif edebiliriz. Demek ki hicret beldesine sabır ve tevekkül ile yerleştikten sonra Allah’ın emirlerine riayet ve nehiylerinden sakınarak sükûn bulunabilir, bu yerleşme ve sükundan sonra o beldeye tam anlamı ile mirasçı olma kök salıp kopmayacak bağlarla sıkı sıkıya bağlanma ve ekolleşme ile olacaktır. Bu da sükûn bulma ile başlamış olan asimile olmadan entegre olmanın tam manasıyla devam etmesidir.
Hakiki muhacir ve ensar vasıflarının neler ve nasıl olması gerektiği yeryüzü mirasçılarının vasıfları makalesinde özetle şu şekilde verilmektedir;
İmanı tam, aşk-u şevk ile şahlanan, akıl-mantık ve şuur üçlüsü ile ilme yönelen, Efendimizi ve bütün Peygamberleri iyi analiz ederek o hayatlardan örnekleri kendi hayatına aktarabilen, hür düşünceli ve hür düşünceye saygılı, şahs-ı maneviyi önemseyip, istişare ile hareket eden, riyazi mantığı itkan düsturu ile birleştirebilen kutsîler.[10]
Bu vasıflarla mücehhez olabilme kalınan yerde tam manası ile kök salma ile neticelenecektir. Aslında muhacirliğin ensarlığa dönmeye başladığı sınır da Mükne dönemidir. Bu dönemde insan hem muhacir hem ensarlık görevini yapar yani ekolleşmesi devam ederken artık yerelleşme adına bazı aşamaları geçmiştir, arkadaşlarına kılavuzluk eder, onları da alıp evc-i kemâle çıkarmak için uğraşır.
Hicret güzel bir şekilde yerleşme ile başlayacak, sükûn bulma ile devam edecek ve yeryüzü mirasçısı olarak o beldeyi Medine kabul edip hizmet etme ile taçlanacaktır. Bu dönemlerin her biri kendi içinde özel hususiyetler barındırır, düz bir hat şeklinde devam etmez, salih bir daire gibi hareket eder yani iyice yerleşmeden sonra muhacir sükûn bulur, mükne ile devam eder, mükne o beldeye iyice yerleşme ve sükûn bulmanın sebebi olur.
İradî veya gayri-iradî hicretlerin çokça yaşandığı günümüzde bu dönemlere hangi basamaktan girersek girelim, halis döngüyü her zaman devam ettirmeli ve bulunduğumuz toprakları Medine’miz kabul etmeliyiz. Bu dönemlerin gerekliliklerinin iyi okuması ve her birinin hakkının verilmesi gerekir. O zaman tam anlamıyla muhacir ve ardından mükne ile başlayan hakiki ensar olunabilir. İşte tam da o zaman yerelleşme ve yerel dostlarla kalp ve gönül birlikteliği kolay olacaktır. Onları kendimizden kendimizi de onlardan kabul etme, barış içinde birlikte yaşama. Dertleriyle ilgilenme, bizim dertlerimizle de onların ilgilenmesi. İşte hakiki yerelleşme ve ‘temekkün’ün diğer adı.
Herkes konumunu kontrol ettiğinde bu dönemlerden birisinde kendini bulabilir. Önemli olan salih daireye bir yerden girip devam edebilmek ve insanların elinden tutarak muhacirlik devam ederken ensar olabilmektir. İstemez misiniz iki sevabı birden alalım. Dertleri paylaşalım, bir beldeye önce biz geldi isek, evimizi, gönlümüzü, kalbimizi açalım, yeni gelen o kutlu misafirlere sahip çıkalım, aynı o kutlu sahabe Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallâhu anh) gibi.
[1] Nahl Sûresi, 16/41.
[2] Nahl Sûresi, 16/42.
[3] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 23. Söz.
[4] İbrâhim Sûresi, 14/14.
[5] Kasas Sûresi, 28/5-6.
[6] Sâd Sûresi, 38/47.
[7] Prof. Dr. Mehmet Ateş, “Hicret Diyarlarında Kök Salmak”, Çağlayan, Kasım 2022.
[8] Prof. Dr. Mehmet Ateş, “Önce Muhafaza Sonra Bilme”, Çağlayan, Ocak 2023.
[9] Prof. Dr. Mehmet Ateş, “Sebeplere Riayet ve Hz. Zülkarneyn”, Çağlayan, Şubat 2024.
[10] Yeryüzü Mirasçıları Yeni Ümit, Ocak 1994, Cilt 3, Sayı 23.