İnanç, ümit ve uhrevî derinlikleriyle bu dünyanın, onu tanıma bahtiyarlığına erenler için, hâlâ tam keşfedilememiş öyle bir büyüklüğü ve büyüsü, el sürülmemiş öyle bir temizlik ve cazibesi vardır ki, onu enginliğiyle duyup yaşayanların bir daha da ondan ayrılmaları mümkün değildir. Daha önce başka anlayış, başka düşünce ve başka sistemlerle tanışmış kimseler, bizim dünyamızın inançlarını, inançlarındaki âhengi o kadar tılsımlı bulurlar ki, kendilerinden geçer ve âdeta onun ledünnî derinlikleri karşısında çarpılırlar. Bizim, ülfet ve alışkanlıklarımız yüzünden, her şeyi âdiyattan sayıp öyle değerlendirmemize ve laubalice davranmamıza karşılık, başkaları bu dünyayı o kadar büyülü, o kadar harikulâde bulurlar ki, hayret makamına yükselmiş gibi, her şeyi engin bir temaşa zevkiyle seyreder ve zevkten zevke girerler.
Bu sözlerimden, bizim bu dünyaya ait değerleri hiçbir zaman anlamadığımız ve anlayamayacağımız mânâsı çıkarılmamalıdır. Ben bu ifadelerimle, milletimizdeki ülfet, ünsiyet ve alışkanlıkların; idrak ve marifetimizin, şuur ve vicdanî duyuşlarımızın önünde bulunduğu hususunu vurgulamak istiyorum. Yoksa bu dünyada da, bize ait değerleri idrak ve marifet menşurundan geçiren ve her şeyi saf bir duygu olarak ruhlarının enginliklerinde duyan nice kimseler vardır ki, hayatlarını âdeta Cennet koridorlarında geçiriyor gibi duyar ve tıpkı Cennetlikler gibi yaşarlar.
İster yenilikleriyle her zaman ayrı bir düşünce ve zevk ufkunda seyahat eden yeniler, ister eskimeme büyüsünü elde etmiş ve yeni kalmanın bütün avantajlarını değerlendiren işin içindekiler ve kadîmler, her gün bize ait güzellikleri bir kere daha, tıpkı güneşin tulûu gibi yepyeni bir günün neşvesiyle duyar, her zaman arzın ve arzdakilerin, göklere ve gökler ötesine vefasını düşünür, vefasını soluklar.. soluklar, sonra da iman ve imanın vaad ettiği ukbâ dalga boylu ışıklar altında ümitle, sevgiyle gerinir, saygıyla, heybetle ürperirler.
Hemen her zaman, göklerin ve yerin barışık ve iç içe olduğu bu âlem, sık sık bütün vâridâtıyla sevdiğimiz Zât’ın teveccühü gibi ruhlarımıza siner ve öyle büyüleyici bir güzelliğe bürünür ki, bazen ihatalarımızı aşan ve fizikî dünyalara sığmayan bu ledünnî mazhariyetleri birer rüya sanır ve bu tatlı rüyadan uyanıp da her şeyin uçup gideceği endişesiyle titreriz.
Hele bazen, her yanı bilinmedik şekilde ekstra mevhibelerin sardığı dakika ve saatlerde, gün ve gecelerde her şey birdenbire farklılaşır.. umumî atmosfer göklerle rekabet ediyor gibi bir füsuna bürünür.. ve bu nuranî atmosferde fizik ötesi derinliklere ulaşan ruhlar ve mekânda lâmekânîleşen duygular, başlarını, bizi ruhanîlerden ayıran sınırların verasına uzatır, orada miracın gölgesini yaşar ve ukbâ üveyikleriyle söyleşirler.
Bu hülya denizi bazen, bir haz ve zevk zemzemesi hâlinde, ötelere açık bütün gönülleri öyle bir sarar ki, bu enginliklere ulaşan insanların sineleri, ayıyla, güneşiyle, yıldızlarıyla bütün kâinatları kucaklayacak kadar genişler, sınırsızlaşır ve rahmet arşına parlak bir âyine hâline gelir.. gelir de, kadirşinas gök ehli onları, yeryüzüne saçılmış yıldızlar gibi temaşaya koşar; yerdekiler de bu canlı sükûnun lisanıyla en enfes manzaraları seyrediyor ve en lâhûtî bir şiiri dinliyor gibi temaşa ve zevk arası gelir-gider, hayatlarının ebediyet dantelasını örerler.
Bu hülyalı sükûn içinde nerede olursanız olunuz, öteler ve ötelerin vâridâtı hep sizinle beraberdir.. uğradığınız her yerde ötelerin incilerini toplar ve her zaman onların başınıza yağdığını hissedersiniz. Evet, evinizde, obanızda, iş yerinizde, halvetinizde, celvetinizde ışıklarını, renklerini tıpkı bir gökkuşağı gibi ufkunuzu tutmuş görür ve kendinizi sürekli bir semavî “tâk” altında yürüyor sanırsınız.. sanır da, aydınlık sevgiyle beraber, vuslat aşk içinde bir gümüş fanustan sızıyor gibi, dünyevî ve maddî âlemlerin ziyalarını bastıracak şekilde ve âdeta bir ışık tufanı gibi her yanınızı sarar, her yana füsun ve hayal dolu hüzmelerini salar ve her şeyi kendi dalga boyuyla bürür.
Zaten, her zaman çevresini imanla, iz’anla temaşa edebilenler için kâinat, dört bir yanıyla, maddî gözlerle görülmeyen, maddî kulaklarla duyulmayan, ancak vicdanla, basiretle sezilebilen, ruhanî zevklerle bezenmiş öyle bir meşher, sonsuzluk nağmeleriyle gürleyen öyle bir beste ve her satırı pek çok kitap muhtevasını aşkın mânâlarla dolu öyle bir kamustur ki, onu temaşa eden, Cennetlere uyanmış gibi olur.. onu dinleyen, hurilerin korosuna iştirak etmiş sayılır.. onu okuyan, dört kitabın ittifak ve iltika noktalarını paylaşma bahtiyarlığına erer.
Bakınız; Yaratıcı Kudret, gözlerimizin önüne, marifet, muhabbet ve aşkla dolu mânâlarla, tıpkı bir canlı gibi göğsü kalkıp inen, mevsimlere göre rengârenk fistanlarla süslü ne güzel bir zemin sermiş.! O zeminin bağrında, her zaman kulaklarımıza sonsuzdan nağmeler fısıldayan, fısıldayıp yüreklerimizi hoplatan ve çağıltılarıyla “ebed ebed!” deyip akan ne çaylar ve ırmaklar fışkırtmış.! Duygularımızı, düşüncelerimizi büyüleyip başlarımızı döndüren ve şairane ilhamlarımızı coşturan semaları renklerle, ışıklarla nasıl büyülü bir esrar yumağı hâline getirmiş.! Arzı bizim için âdeta bir gelin odası gibi bezeyerek, hayatı halli güç bir muamma olmadan çıkarıp, yaşanan, teneffüs edilen, koklanan, duyulan, zevk alınan ve her zaman arzu edilen bir lezzet, arkası ümitle beklenen bir ruhanî haz ve revh u reyhan seviyesine yükseltmiştir..!
Bu sihirli dünya, görüp sezebildiğimiz kadarıyla âdeta, inanılmaz bir rüya manzarası; üzerindeki eşya ise, özündeki güzellikleri cömertçe gözlerimizin önüne seren bir Cennet yamacı gibidir. Bu farklı bakış ve seziş sayesindedir ki bizler, muvakkat hayatlarımızın sınırlı hazlarını aşmak ve bütün varlığın solmayan güzelliklerinden paylarımızı almak için, fâni ruhlarımızı her zaman sonsuza açık tutup, gönüllerimizde ebedin tat ve şivesini duyuyormuşçasına hayatın saniyelerini seneler hâline getirebiliriz.. evet her ruh, nuranîleşmiş böyle bir saniye ve salise sayesinde –tabiî o hali kendine mal edebildiği ölçüde– “beka billâh” mülâhazasıyla ebedîleşebilir ve ebediyetin vâridâtından bol bol yararlanabilir.
Bir gün her şeyin sesi kesilse, varlık bütün bütün dilini yutsa ve bize bir şey söylemese, yahut biz onları duyup bir şey anlamasak, şimdilerde gönüllerimizi dolduran o muvakkat aydınlığın izleriyle ruhlarımız, sürekli o nurlu dakikaların arkasından koşacak ve gözlerimiz her yeni ufukta, o ışıktan saniye ve saliseleri araştıracak, sinelerimiz de kâh hakikatlerin, kâh ümitlerin tutuşturduğu meşalelerle hep par par parlayacaktır…