Muvahhid mü’min, her şeyden evvel, her şeyden sonra, her şeyin önünde, her şeyin arkasında mutlak Mahbub, mutlak Maksud, mutlak Mâbud olarak Allah’a dilbeste olur; O’nu diler ve her haliyle O’nun kulu olduğunu haykırır; sonra da O’ndan ötürü, başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere -ki O, Hakk’ın matmah-ı nazarı, memur-u sadığı, Zât, sıfât ve isimlerinin yanıltmayan tercümanı, divan-ı nübüvvetin hâtemi, risaletin özü, usaresi olması itibarıyla O’nun hatırına sevilenlerin başında gelir- bütün nebileri, velileri, O’nun saflardan saf berrak aynaları, daire-i ulûhiyetin has bendeleri olmaları ve O’nun maksatlarını takip ve temsil etmeleri, dahası hilâfet-i tâmme unvanıyla dünyanın imar, tanzim ve dizaynına nezarette bulunmaları yönüyle; gençliği, şu fâni hayatı tam duyup değerlendirebilme adına Hak tarafından insanlara avans mahiyetinde bahşedilmiş bir parametre olması cihetiyle; bu âlemi, O’nun güzel isimlerinin bir tecelligâhı ve sıfât-ı sübhâniye tezahürlerinin meşheri, öteki dünyaların da bir mezraası olması açısından; anne-babaları, birer şefkat ve merhamet kahramanı olarak evlâtlarının bakım ve görümünü yüklenmeleri, evlâtları da ebeveynlerini görüp gözetme hissiyle onlara gönülden yakınlık duymaları mülâhazasıyla… sever ki bunlar Allah’a karşı samimi alâka duymanın birer ifadesi olarak değerlendirilebilir ve Allah’tan ötürü bir sevgi sayılabilir.
Müşrikler sevdiklerini Allah gibi severler, mü’minler ise Allah’tan ötürü onlara karşı alâka duyar ve sinelerini açarlar. Allah’ı seviyor gibi sevmekle, Allah’tan ötürü sevmek birbirinden çok farklı şeylerdir. Böyle Hak yörüngeli bir sevgi, iman kaynaklı, ibadet edalı, ihsan televvünlü kutsal bir sevgidir ve kâmil mü’minlerin şiârıdır. Cismâniyet ve nefs-i emmâre üzerinde temellenen şehevânî muhabbetlerin, aşkların -ona da aşk denecekse- insan tabiatında meknûz bulunan fısk u fücûrun sesi-soluğu olmasına mukabil, Allah’a karşı olan aşk ve alâkadan başlayıp sonra her şeyi kuşatan sevgi ve o sevgiyle oturup kalkan muhibbin âh u vâhı, gökte meleklerin yudumlamaya koştukları kutsal bir iksir mesâbesindedir. Hele bir de muhabbet, maddî-mânevî bütün varlığı sevgiliye bağışlayıp kendine hiçbir şey bırakmama seviyesine yükselmişse -ki buna sevda da diyebiliriz- işte o zaman gönülde sadece mahbub mülâhazası kalır; kalb, ritmini ona bağlar, nabızlar o âhenkle atar, hisler bu âhenge dem tutar, gözler yaşlarla bu sevdayı dillendirir, kalbden, gözyaşlarının sır vermesine ve sinenin serinlemesine sitemler yükselir. Gözler çağlarken gönül ağyara dert yanma vefasızlığından iki büklüm olur ve ağlamalarına inler. Latîfe-i rabbâniye, içi kanarken, sinesi yanarken ağyara dert sızdırmamaya çalışır, çalışır ve kendi kendine;
“Âşığım dersin belâ-yı aşktan âh eyleme
Âh edip âhından ağyarı âgâh eyleme.” (Anonim)
diye mırıldanır. Aslında muhabbet bir sultan, tahtı gönüller, sesi soluğu da en tenha yerlerde ve sadece O’na açık dakikalarda seccadelere boşalan ümit, hasret ve hicran iniltileridir.
Hakk’a ulaşmanın rampaları sayılan bu kuytu yerlerdeki O’na ait iniltiler ve sızlanışlar dışa vurularak hâl bilmezlerin oyuncağı haline getirilmemelidir. Muhabbet ya da aşk u hayret eğer o her şeyi bilen Sevgili uğrunda ise, o sadece O’nun bildiği en mahrem bir yerde kalmalı ve yuvasından uçurularak nâmahrem gözlere gösterilmemelidir.
Mecazî muhabbet çocukları sokak sokak dolaşır, sevgiciklerinin dellâllığını yapar; rast geldiklerine dert yanar; mecnun gibi davranır ve sevdiklerini dillere düşürürler. Hak âşıkları gürültüsüz ve içtendirler; başlarını O’nun eşiğine kor, içlerini O’na döker ve yer yer kendilerinden geçerler; ama, kat’iyen sırlarını fâş etmezler. Ellerini-ayaklarını, gözlerini-kulaklarını, dillerini-dudaklarını O’nun emrine verir; kalbleriyle hep sıfât-ı sübhâniye matla’larında dolaşırlar. O’nun ziyâ-i vücudu karşısında âdeta erir ve bir muhabbet fânisi haline gelirler: Duydukça daha derinden O’nu, yanarlar cayır cayır; yandıkça “daha!” derler.. yudumlarlar kâse kâse aşk şarabını; kandıkça “daha!” derler. Neler duyar neler hissederler gönüllerinin tepelerinde; duydukça “daha!” derler.. doymazlar bir türlü sevgiye; sever-sevilirler, “daha!” derler. Onlar “daha” dedikçe Hazreti Mahbub da onlara perdeler aralar, basiretlerine görülmedik şeyler sunar ve ruhlarına ne sırlar ne sırlar duyurur. Artık onlar duyarlarsa her zaman O’nu duyarlar, severlerse hep O’nu severler, düşünürlerse O’nu düşünürler ve her şeyde O’nun cemalinden, tasavvurları aşkın cilveler temâşâ ederler. An olur bütün bütün kendi havl ve kuvvetlerinden uzaklaşarak iradelerini O’nun iradesine bağlar, temayülleriyle O’nun isteklerinde erir ve bu yüce pâyeyi de O’nu gönülden sevip sevdirmeyle, bilip bildirmeyle değerlendirirler. Sevgilerini O’na itaatle seslendirir, aşklarını O’na vefa ve sadakatle dillendirir ve kalblerinin kapılarını ağyar düşüncesine karşı sürgü sürgü üstüne öyle bir sürgülerler ki giremez artık başka hayal o beyt-i ma’mura. Onlar bütün benlikleriyle Hakk’a nâzırdırlar ve O’nu takdir ve tebcilleri de kendi idrak ufuklarını çok çok aşkındır. Bunun yanında, böyle bir vefaya Hakk’ın teveccüh buyuracağına da ümitleri tamdır. Öyle ki, Hak nezdindeki yerlerini kendi nezdlerinde Hakk’a tahsis ettikleri yerle irtibatlı görür ve O’nun karşısında her zaman dimdik durmaya çalışırlar.
O’nu delice severken kat’iyen alacaklılar gibi davranmaz; her zaman verecekli olma hacâlet ve hulûsiyle, Râbiatü’l-Adeviye gibi: “Zâtına yemin ederim ki, Sana Cennet talebiyle kulluk yapmadım; Seni sevdim ve kulluğumu ona bağladım.” der, yürürler O’nun ulu dergahına coşkun bir aşk sermayesiyle; yürür ve hep O’nun kendilerine olan lütuf ve ihsanlarını yâd ederler. Kalbleriyle sürekli O’na yakın durmaya çalışır, akl u fikirleriyle de O’nun merâyâ-yı esmâsında müşahededen müşahedeye koşar; her şeyde muhabbetten sesler dinler, her çiçekte aşk u şevkten ayrı bir rayiha ile mest olur, her güzel manzarayı O’nun güzelliğinin tecellisinden akisler gibi temâşâya alırlar. O’na karşı hep sevgi düşünür, sevgi duyar, sevgi konuşur, bütün eşyayı bir sevgi şöleni gibi seyreder ve bir sevgi armonisi gibi dinlerler.
Muhabbet, bu ölçüde otağını kalb yamaçlarına kurunca artık bütün zıt hâdiseler aynı şeymiş gibi duyulur; huzur-gaybet, nimet-musibet, acı-tatlı, rahat-mihnet, elem-lezzet hep aynı sesi verir ve aynı edada görünürler; zira, seven gönül cefayı-safayı bir bilir, derdi derman gibi görür, ızdırapları kevserler gibi yudumlar; zaman ve hâdiseler ne kadar amansız olursa olsun, durur o kımıldamadan durduğu yerde en derin bir vefa duygusuyla. Gözleri hep kendisine aralanacak kapı aralığında, yatar pusuya ve değişik dalga boyundaki teveccüh ve tecellilere açık durmaya çalışır. Sevgisini O’na saygı ve itaatle taçlandırır. Kalbi sürekli O’na inkıyat duygusuyla çarpar ve sevdiğine muhalif düşme korkusuyla tir tir titrer; titrer ve devrilmemek için de yine o biricik istinad ve istimdat kaynağına sığınır. Onun bu ölçüde sürekli sevdiğiyle muvafakat arayışı içinde olması, zamanla onu gökte ve yerde herkes tarafından sevilen bir mahbub haline getirir. Onun hesabında sadece Hak vardır; ötelere göre de olsa beklenti içinde bulunmayı aşkına ihanet sayar; ama kendi kendine gelen iltifat ve teveccühleri reddetmeyi de saygısızlık kabul eder ve ne gelirse öper, başına kor sonra da “Bunların istidraç olmalarından Sana sığınırım.” der inler.
Seven için aşk u iştiyak en yüksek bir pâye, sevgilinin arzu ve isteklerinde eriyip gitmek de en erişilmez bir mazhariyettir. Muhabbetin mebdeinde tevbe, inâbe, evbe, teyakkuz, sabır gibi sevgiye giriş esasları; müntehâsında da aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza, temkin.. gibi konumunun hakkını verme hususları söz konusudur. Seviyorum diyebilmek için kendinden, kendi isteklerinden arınmak, muhavere ve müzakerelerini hep O’na bağlamak, O’nu ihsas eden hususlar çerçevesinde dönüp durmak, O’nun tecelli edeceği mülâhazasıyla göz kırpmadan beklemek, bir gün mutlaka teveccüh buyurur düşüncesiyle yıllar ve yıllar boyu durduğu yerde kararlı durmak sevgi yolunun ilk âdâbıdır: Bu yolda bütün bütün sevdalanmaya muhabbet ve aşk; sürekli köpürüp duran arzu, istek, neş’e ve sevince şevk; bütün bunların, insan tabiatının önemli bir derinliği haline gelmesine iştiyak; Sevgili’nin her türlü muamelesini gönül hoşnutluğuyla karşılamaya rıza; duyma, hissetme, maiyyette bulunma mazhariyetinden ötürü kendinden geçme… gibi hislere karşı dikkatli ve ölçülü davranmaya da temkin demişlerdir.
Yukarıdaki hallerden birinin insan gönlüne tam hâkim olmasına göre onun tavırlarında da bir kısım değişiklikler olur: Yer yer gidip âh u efgânla inleyeceği tenha koylar arar ve içini O’na döker; zaman zaman değişik iç mülâhazalara dalarak O’nunla hasbıhal eder; firaktan dert yanar ağlar, visal ümidiyle inşirahlara açılır, sevinç gözyaşlarıyla serinler. Bazen görmez çevresinde olup biteni, kesrette hep vahdet yaşar; bazen de huzurun mehabetiyle bütün bütün silinir gider, kendi ses ve soluğunu bile duymaz olur.
Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez. Bazen sevgi Allah tarafından kalbe atılarak iç ihsasların harekete geçirilmesi de söz konusu olabilir -ki hepimiz bazen böyle ekstradan lütuflar bekleriz- ancak, plânlarını harikulâdeliklere bina ederek durgun bir bekleme başka, kıvrım kıvrım sancı içinde aktif bekleme daha başkadır. Hak kapısının sadık bendeleri beklentilerini harekete bağlar, dinamik bir duruşa geçerler; geçer ve o durgun gibi görülen halleriyle cihanlara yetecek bir enerji üreterek müthiş aktiviteler ortaya koyarlar.
Bunlar, âşık u sadıklardır ve belli hususiyetleri haizdirler: Sevgili’nin her muamelesini gönül hoşnutluğuyla karşılar ve Nesîmî gibi;
“Bir bîçare âşıkem ey Yâr Senden dönmezem,
Hançer ile yüreğimi yar Senden dönmezem..”
der, hep bir vefa tavrı sergilerler. Her zaman ciddi bir vuslat arzusuyla kıvranır dururlar; ama, hallerinden de asla şikayet etmezler. O’ndan başka bütün beklentileri kafalarından söker-atar, hep maiyyet rüyalarıyla oturur kalkarlar. Sohbetlerini hep sohbet-i Cânan haline getirir ve O’nun adıyla seslerini-soluklarını melekûtî bir derinliğe ulaştırırlar.
Sevgi onların canıdır; onlar, bedensiz durabilirler ama cansız edemezler. Onlara göre, cesede can hükmediyorsa artık o tende sadece Yâr sevdası olur, ağyar bulunmaz. Bu konumlarıyla onlar dünyanın en fakir ve en iktidarsızı olsalar da şahlara taç giydirecek bir mansıba sahiptirler. Küçüklükleri içinde büyük, aczleri yanında muktedir, ihtiyaçlarına rağmen dünyaları peyleyecek kadar servet sahibi ve sönük bir mum gibi görünmelerine mukabil güneşlere fer verecek birer enerji kaynağı mesabesindedirler. Herkes onlara koşsa da onların nereye ve kime koştukları bellidir. Sığmazlar mahiyet zenginlikleriyle cihanlara. Küçük bir kıvılcıma, kıvılcımdan da öte bir hiçe dönüşürler yöneldiklerinde O’na.
“Bir şulesi var ki, şem-i cânın,
Fânusuna sığmaz asumânın.”
diyen Galib bu ufka tercüman gibi konuşur.
Bunlar O’nsuz geçen ömrü hiç mi hiç hesaba katmaz ve O’nsuz hayatı hayat saymazlar. Bir ömr-ü heder görürler sevmeden yaşamayı ve bir avunma kabul ederler O’nunla alâkası olmayan keyifleri, neşeleri, hazları. Oturur kalkar her zaman aşk u şevkten dem vururlar; Fuzulî edasıyla aşk u iştiyak bilmeyenleri de başka türlü (!) bir şey görürler.