Hikmetin lisan-ı fasîhi o Beyan Sultanı; hiçbir zaman bitip-tükenme bilmeyen o kenz-i ilm-i ilâhînin yanında kendine teveccüh eden pek çok sual, halledilmesi gerekli olan pek çok müşkil, ümmetiyle alâkalı dinî, içtimaî, iktisadî, siyasî pek çok mesâil vardı ki, sonsuz ilmin mir’ât-ı mücellâsı ve vâridât-ı sübhaniyenin mehbiti, menzili, merkezi, meşcereliği sayılan kalb-i pâk-i Ahmedî ve lisan-ı nezîh-i Muhammedî ile cevaplayıp müşkilleri hall, mübhemleri şerheder ve Kur’ân’la gelen pek çok mutlak emri takyîd, mukayyedi ıtlâk, hususîyi ta’mîm, umumîyi de tahsîs buyurarak, Kur’ân mesajının yanında kendi ifade ve beyanlarının rükniyetini ihtarda bulunurdu. Zaten; cihanşümul peygamberliği ile bütün insanlığı muhatap alan ve bütün insanlara muhatap olan bir mübelliğ, bir mürşid, bir muslih ve bir müceddidin başka türlü olması da düşünülemezdi.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); peygamberlikle serfiraz kılındığı dönemde, ilk muhatapların “çarşıyı ticaretlerinde en ziyade revaçta olan metâ, fesahat ve belâgat metaıydı.” Daha sonraki dönemlerde, zekâ, söz ve beyan üstünlükleriyle dünyaya hükmeden ve cihanı hâkimiyetleri altına alan bu edib ve zekî millet, ister “vahy-i metlüv” olan Kur’ân’da olsun, ister onun dışındaki mesaj, irşad, hutbe, nutuk ve talimat gibi şeylerde olsun, ilâhî mesajın o mübarek ve münevver mümessiline karşı hep hayranlık duymuş ve O’nu takdir etmişler; O da her zaman kendini dinletmiş, kabul ettirmiş ve hiçbir zaman onlardan tenkit almamıştır. Şayet O’nun söz, beyan ve düşüncelerine karşı en küçük bir tenkit, en önemsiz bir itiraz vuku bulmuş olsaydı, bugüne kadar gelen O’nun düşmanları, böyle bir şeyi değerlendirecek, allayıp-pullayacak, köpürtüp-abartacak; herkese ve dünyanın her yanına onu ulaştırarak bin bir velvele koparmak isteyeceklerdi. İsteyeceklerdi; zira böyle bir durum, O’nu sarsmak, yıkmak, nazardan düşürmek ve çürütmek için en utandırıcı iftiralara kadar her vesileyi meşru sayanların arayıp da bulamadığı bir şeydi. Oysaki, O’nun ifade, beyan ve kelâm gücü hakkında, Firavun’un, Seyyidina Hz. Musa için söylediği kadar dahi bir şey söylenmemişti, söylenememişti ve söylenemezdi de…
O’nun أَدَّبَنِي رَبِّي فَأَحْسَنَ تَأْدِيبِي zirvesinden[1] yükselen öyle gürül gürül bir sesi ve soluğu var idi ki, dost da, düşman da o sese ve soluğa hayranlık duyuyor ve o insanüstü beyan karşısında iki büklüm oluyorlardı.
Ashab-ı kiram arasında, Hz. Lebîd, Hansâ, Kâ’b, Hassan ve İbn Revâha gibi yüzlerce söz üstadı, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali, Muaviye, Amr b. Âs ve İbn Abbas gibi yüzlerce hatip, yüzlerce hukukşinâs ve yüzlerce hikmet erbabı hemen her meselede O’nu üstad, mürşid ve rehber kabul ettikleri gibi, daha sonraki asırlarda hadisin devâsâ hâfız ve yorumcuları, tefsirin müdakkik dâhî imamları, fıkhın emsalsiz, beşerüstü müçtehitleri, dinin çağları aşan eşsiz mücedditleri, mâneviyat ikliminin binlerce evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîni; kelâm, mantık, muhakeme ve fünun-u müsbete allâmeleri ve daha yüzlerce değişik sahada binlerce fen ve ilim adamı, O’nun deryalar gibi beyan cevherlerini, her zaman en feyyaz, en bereketli, en duru, en aldatmaz bir kaynak bilmiş, O’na müracaatta bulunmuş, O’na sığınmış ve açlıklarını, susuzluklarını, o semavî sofrada gidererek itminana, doygunluğa ulaşmışlardır.
Evet, O’nun sünneti dünden bugüne, müçtehitlerin en yanıltmaz me’hazi, mârifet semasında pervaz edenlerin en güçlü kanadı, ilim adamlarının en duru kaynağı, evliyâ ve asfiyânın da en nuranî vâridât menbaı olmuştur. Şeriatın müteaddit ilimleri, tasavvufun muhtelif yolları, kevnî ve enfüsî ilimlerin özü ve hulâsası hep O’nun o nuranî söz cevherinden fışkırıp çıkmıştır.
O, varlığın bidayetinden nihayetine; insanoğlunun yaratılışından, gidip Cennet veya Cehennem’e ulaşmasına; vicdanların mârifet-i rabbaniyeye uyanmasından, ötede Cemalullahı müşâhede etmelerine; iman ve itikattan, ibadetin en ince teferruatına kadar pek çok mevzuda ve her mevzuun gerektirdiği dil ve eda ile her şeyi o kadar mükemmel anlatmıştır ki, Kur’ân istisna edilecek olursa, O’nun beyanına denk başka bir beyanın bulunduğunu söylemek mümkün değildir.
Allah’ı; zât, sıfât ve isimleriyle, hem de mevzuun gerektirdiği incelik ve hassasiyetle fevkalâde bir muvazene içinde; kıyamet ve haşr ü neşri, hesap ve Cennet ü Cehennem’i, ümitle gürleyen bir ürperticilik ve hazza inkılâp eden bir dehşet içinde; melâike, ruh, cin ve şeytanı, gaybın esrarengizliği ve buğulu bir kristal arkasında; imanı, ameli, amelde ihlâsı; tohumun istidadı, toprağın kuvve-i inbatiyesi, yağmurun hayatiyeti ve baharın renklerle soluklanışı şeklinde öyle bir resmeder ki, insan O’nun çizdiği o muhteşem tabloları seyrederken, temiz fıtratların imanla nasıl neşv ü nemaya hazırlandığını, İslâm’la nasıl boy atıp geliştiğini, ihlâsla nasıl bir tûbâ-i Cennet hâlini aldığını âdeta görür gibi olur.
O’nun beyanlarında namaz; oturup-kalkan, insana arkadaş ve yoldaş olan, onun yalnızlığını gideren ve ışığıyla onun yollarını aydınlatan.. abdest; can gibi, kan gibi insanın damarlarında dolaşan, ırmaklar gibi onun kapısının önünde akan, akıp akıp her türlü isi-pası temizleyen.. ezan, kamet; selviler gibi boy atıp salınan, ses şoku yapıp şeytanların ödünü koparan ve bir revh u reyhan olup namaza gidenlerin ruhlarını saran.. zekât, sadaka; tıpkı birer köprü gibi birbirinden kopmuş yığınları bir araya getiren, sağlam bir lehim gibi parçaları bütünleştiren.. oruç; bir kalkan gibi sahibini koruyan, onun Cennet’e girmesine yardım için, Cennet surlarında sırlı bir kapı hâline gelen ve elinde kâsesi bir sâki gibi ona kevserler sunan.. hac; bir terzi gibi yırtıkları yamayan, bir gassal gibi lekeleri yıkayan ve umumî bir meşveret meclisi gibi bütün inananları bir araya getiren.. cihad; bir fedai gibi göğsünü gerip Cehennem’e giden yolları kapayan, bir teşrifatçı gibi Cennet yollarını açıp, insanlara “Buyur!” eden ve şefkatli bir baba gibi inat edenleri zincirlere vurup firdevslere doğru sürüyen.. zikir, dua; telsiz, telefon gibi Yaratan’la yaratığı birbiriyle buluşturan, birbiriyle konuşturan.. emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker; birer trafik memuru, birer kapıcı gibi, yol başlarını, kapı önlerini tutup, yoldan geçip-geçmeme, kapıdan içeriye girip-girmeme işlerini idare eden.. sıla-i rahim; bir anne gibi kucağını açıp bekleyen, insanlarla davalaşan ve mürafaa olan, onlarla konuşan, vaadlerde bulunan, inhiraf edecekleri endişesiyle onları tehdit eden, yakasından tutup hırpalayan birer canlı motif hâline gelir ve dinleyenleri âdeta büyüler.
Evet, O’nun bütün bu hususları bir kanaviçe gibi tasviri, tasvirde kullandığı malzemenin hususiyetleri, beyanındaki hareket, işaret, resim ve mûsikî gücü, bütün edebî sanatları tekellüfsüz ve yerli yerinde kullanması, her biri başlı başına birer mücellet isteyen mevzulardır.
[1] “Bana edebi/edebiyatı Rabbim öğretti.. hem de çok güzel öğretti!” İbnü’s-Sem’ânî, Edebü’l-imlâ ve’l-istimlâ, 1/88.