İmkânsız gibi görünen badireleri atlatıp gecenin karanlığında usulca bineğimize atladık. Ellerimizle sıkı sıkıya tuttuğumuz lastik botla yekvücut olurken, motorun cılız sesi de bir ninni gibiydi. Motorun dümen çubuğunu kaçacakmış gibi kavrayan zatın yüzündeki donukluk ise damarlarımızdaki kanın akışını dondurmuştu âdeta. Tepemizden inen her dalgada komple duş alarak âheste bir vaziyette, uzaktan görünen adaya bir adım daha yaklaşıyorduk. Geçen her saniyede, ölümün soğuk nefesini ensemizde hissederken maneviyatın verdiği güçle, yüzümüzde korkudan eser yoktu. Gözlerimiz karanlığı bir lazer ışını gibi deliyordu; kartalın avına odaklanması gibi, sadece bir karaltı hâlindeki adaya sabitlenmiştik. Alabora olup soğuk sulara dalmak ucuz bir kurtuluştu belki, ama artık denizin dev dalgaları da sanki birer sığınağa dönüşmüştü. Binbir güçlükle kendimizi karaya atıp çamurlaşmış toprağa kapaklandığımızda, sanki bedenimize yeniden ruh üflenmiş gibi hissettik.
Daha nice zorluklardan sonra, Avrupa’nın iç kesimlerine ulaştık ve gördük ki bu insanlar bize anlatıldığı gibi değil. En başta dürüstler, başkasının malında gözleri yok, kibirli değiller, hasetlik semtlerine uğramamış ve dedikoduyu bilmiyorlar; bırakın dedikoduyu, komşularının başarılarıyla övünüyorlar.
Tüm içeriği görmek için lütfen giriş yapın ya da abone ol
Abone Ol