Cenâb-ı Hak, insanoğlunu merd-i mana ve bilkuvve hakaika aşina olarak yaratmıştır. Hallac, derin bir iç ihtisasla “isneyniyet”i ifade mülahazasıyla “Ene’l-Hak” derken “ben” dediği için -karar ötelerden- berdâr edilmişti. Zira nezd-i Ehadiyyet’te ne “ene”ye ne de “ente”ye cevaz vardı; olamazdı da, çünkü “Hüve” bunlara bütün bütün kapıları kapamıştı. Söyleyen ne hoş söyler:
“Zâhire nazar eyler isen, “sen” ile “ben” var,
Amma ki hakikatte, ne ben var ne de sen var.” (Niyazi-i Mısrî)
Eğer her varlık O’ndan peşi peşine gelen tecelliler temadisinden ibaret ise -ki öyle olduğunda şüphe yok- egoizma ve ötesine kapılar bütün bütün kapalı demektir. Bunları görmezlikten gelerek enâniyet adına takındığı her tavır ve her görüntü insanı Hak’tan fersah fersah uzaklaştıran bir unsur haline gelir. İnsanın kendi uzaklığını aşıp Hakk’ın mutlak yakınlığını duyması onun marifet potasında eriyip kendi adına yok olmasına bağlıdır. İşte konuya ışık tutan latif bir beyan:
“Ârif isen ‘Sen, ben” demeyi bırak!..
Sürekli yüz yere sür ve O’na bak!..”
Aslında esmâ ve sıfât-ı sübhâniyeye ayna olmuş, ahsen-i takvîmin mücellâmir’âtına düşen de budur. Bu zaviyedendir ki, bir manada mercûhun râcihe tereccühü açısından bir beyt-i Hudâ olan dil, Kâbe’den daha muallâbir ayine-i samedâniye kabul edilmiştir. Bu mazmunu ifade sadedinde söylenmiş pek çok sözden:
“Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan,
Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicâb et!” (Nâbî)
***
“Dil, beyt-i Hudâ’dır; ânı pâk eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.” (İbrahim Hakkı)
***
کعبه بنیاد خلیل آذر است
دِل نظر گاه خليل أکبر است
“Kâbe, Âzer’in oğlu Hazreti Halil’in yaptığı binadır; insan kalbi ise Allah’ın binası ve nazargâhıdır.” beyanlarıyla iktifa etmeyi düşünüyoruz ki, bütün bunlar âyine-i Samed olan kalbin rüçhâniyetini vurgulamaktadır.
Ne var ki, bu mücella ayna yüzünü mâsivâya döndürdüğü zaman, tecelligâh-ı ilâhî olma özelliğini kaybederek kendine küsuflar yaşatan kapkaranlık bir zindana dönüşür ve şeytanların cirit attığı bir alan halini alır.
İnsan-ı mü’mine düşen, gölgesini arkasına alarak hep ziya ufkuna doğru yürümek olmalıdır ki o muallâ meclâ olma konumunu kaybetmesin!.. Zira latife-i rabbâniye, Hakk’ın, idrakleri aşkın öyle müstesna bir meclâsıdır ki, hadis diye rivayet edilen bir güzel söz mealen onu şu takdirkâr ifadeyle dillendirir: “Sığmam dedi Hak arz u semaya / Kenzen bilindi dil madeninden.” Bu itibarla insan, nefis ve cismâniyet açısından kendini yerden yere vurmasına mukabil, Hakk’ın وَنَفَخْتُ فيهِ مِنْ رُوحِي “Ben onun içine ruhumdan üfledim.”(Hicr sûresi, 15/29; Sâd sûresi, 38/72) buyurduğu o derinlerden derin yanına her zaman hâlî-kâlî saygılı olmalı ve ona bir mihrâb-ı mükerrem nazarıyla bakmalıdır.
Ama bakmıyorlar çokları kendilerine böyle.. alamıyorlar bu nimet-i uzmâ karşısında almaları gerekli olan pozitif tavrı.. nefis güdümünde hareket ediyor, şeytanın kalbe nüfuzuna menfezler açıyorlar.. hevâ ve hevesin tesirinde sıkışınca yalvarıp yakarmaya duruyor; nimetlerle serfirâz kılındıklarında da kendilerini şımarıklığa salıyor ve küstahlaşıyorlar. (Hûd sûresi’nin 10. ayeti ve benzer ilahî beyanlar bu mazmunu ifade etmektedir.)
Evet, haknâşinas insanlar, bela ve musibetler karşısında âh u vâh edip sızlanmaya dururlar, sıyrılınca da onlardan bütün kalb kapılarını şeytanlara açar ve kendilerini onların güdümlerine salarlar. Yol boyu, ervâh-ı habîsenin iğvâsı, dünyanın debdebe ve ihtişamı, mesâvîye karşı açık bulunmaları, dünya hayatını bilerek ötelere tercih etmeleri onları birer hayvan haline getirir ki, böyleleri Kur’an-ı Kerim tarafından şöyle tehdit edilirler:
“Ölüp de bize döndürüleceklerini ummayan, bilerek gönüllerini dünya hayatına kaptırıp onu ebedi ahiret hayatına tercih eden, onca delâil-i ulûhiyete rağmen âyât-ı tekvîniyeyi görmezlikten gelerek ömürlerini gaflet içinde sürdüren kimselerin irtikâp ettikleri bu müterâkim mesâvi ile varacakları yer cehennem ve ateş-âlûd bir yerdir.”(Yunus sûresi, 10/7-8) “Artık dileyen iman etsin, dileyen de kâfir kalsın.”(Kehf sûresi, 18/29) Gerisini siz düşünün!.. “Şüphesiz Allah hakkı beyan buyurur ve doğru yolu gösterir.”(Ahzâb sûresi, 33/4) Her şey insaf ve idrakinize emanet!..
İsterseniz şimdi bu fasla bir noktalı virgül koyarak biraz da mâhiyet-i insâniyenin iç dinamiklerine icmâlî bir göz atalım. Zira potansiyel olarak meleklere fâik olan bu ahsen-i takvîm harikası, öteden beri hep dikkatleri çekegelmiş maddî-manevî anatomisiyle yüzlerce mütefekkir ve ruh insanının hassasiyetle üzerinde durduğu bir âbide varlıktır. Daha niceleri de üzerinde duracak ve onu mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun keşfe çalışacaktır.