Bahara Yolculuk

Sabahın ilk ışıklarıydı. Dondurucu ayaz, yerini gülümseyen güneşe bırakıyordu. Dün geceden sonra ne lütufkâr bir armağandı. Kaygıyla yoğrulmuş yüreklerde derinden bir sızı… Üç yoldaş, oturdukları yerde düşüncelere dalmıştı. Ne güneşin ne de baharın farkındaydılar.

“İnşallah başına bir şey gelmemiştir.”

“Çok soğuktu gece. Üzerinde de bir şey yok.”

“Ben fazla üşüyen biri değilim, ama montla titremiştim dün.”

Aynı temenni süzülüverdi gönülden gönle:

“Allah’a emanet.”

Uyuyup dinlenmeliydiler. Uzun bir gün ve meçhul bir gece daha kendilerini bekliyordu. Zihinler bulanıktı bu dört duvar arasında.

İşte arabaya binmişlerdi. Başını cama yaslayan Abdullah yine öndeydi. Yol çetin, yolcu garip, istikamet bilinmeyene…

Dalgın bakıyordu Abdullah. Neydi bu yaşadıkları? Birkaç basit ithamla altüst olabilir miydi insanın hayatı? Bunca zamandır pencereden baktığı halde hiçbir şey görmediğini fark etti. Gelmişler miydi?

Şoför tembih etti: “Abi bak; siz buraların yabancısısınız. Yaz telefonumu. Bir problem olursa, ararsınız.”

“Yazdım abi. Sağ olasın.”

Yukarı çıkıp beklemeye koyuldular. Nasıl geçtiğini bile anlayamadan gece olmuş, yola çıkma vakti gelmişti.

Gece soğuk ve sisliydi. Anlık bir şaşkınlık ve tereddüt yaşadılar. Motosiklete mi bindirileceklerdi? Sürücüleri de hayli ilginç tiplerdi. Arkalarına binip koyuldular yola. Bakışlar donuk, düşünceler derin… Burada ne işi olduğunu hala çözememişti Abdullah. Sıradanlığı seviyordu. Kendini şiirlerine ve öğrencilerine adamıştı bunca sene. Arkadaşları arasında meşhur bir sözü vardı: “Macera bizim neyimize? Bizden ancak memur olur.”

Aradan geçen zamanı kestiremediler yolun sonunda. Kim bilir saat kaçtı? Düşe kalka bindiler bir şişme bota. Üzerleri ıslanmıştı; kıyıya yakın iliklerine kadar titrediler; “Çabuk çabuk; bot patladı!” diye söyleniyordu birileri. Telaşla inmeye çalışırken cep telefonunun nehrin sularında kayboluşunu izledi. Hızla çıktılar kıyıya. Beklediklerinden kolay olmuştu geçişleri. Metruk bir binada sabahı beklediler.

Sabahleyin otogara gidip başka bir şehre intikal etmek için bilet aldılar ve çevreyi tanımak üzere dağıldılar. Otobüs saatiyle birlikte polis de gelmişti. Otogarda Türkçe konuşan iki kişiyi daha almışlardı. Birlikte nezarethaneye götürüldüler; fakat birlikte gelmediklerini; onları tanımadıklarını bir türlü anlatamıyorlardı. Anlaşılan suça karışmış şahıslardı. Akşama kadar bekletildiler. Gelen giden olmuyor, herhangi bir işlem de yapılmıyordu.

“Yemek neyse de bari su veren olsaydı?” dedi Abdullah.

Bedenleri mi yorgundu bu kadar, yoksa yürekleri mi bilemediler. Açlık ve susuzluk mu daha yıpratıcıydı insan için, yoksa ömür boyu sevdasına yandığı memleketinden bir suçlu gibi ayrılmak zorunda bırakılmak mı?

O derin sessizlikte saatler de birbirini kovalamış, nezarethanenin küçücük penceresinde belirmişti akşamın kızıllığı. Demir parmaklıkların ardında bile nasıl da büyüleyiciydi gün batımı.

Nihayet kapı açıldı. Polis tok bir sesle, “Çabuk olun gidiyoruz” dedi.

Aynı şahıslarla birlikte apar topar bir minibüse bindirildiler. Zihinlerde tek soru: “Bu gidiş nereye?”

Adamlardan biri, “Sınır dışı edecekler, dün de ettiler bizi” dedi.

Bir süre sonra araç durdu. Önce diğerleri indirildi. Gelen sesler pek de iç açıcı değildi. Kaderde komşunun polisinden dayak yemek de vardı demek ki. Nedendir bilinmez, aynı uğurlama bizimkiler için geçerli değildi. Öğretmen kimliklerine hürmeten miydi yoksa?

Ayın sönük ışığı altında nehrin kıyısındaydılar yine. Nasıl bir sarmalın içindeydiler? Alelacele büyük bir bota bindirilip yurt topraklarına salınmışlardı. Vatana böyle mi kavuşacaklardı? Hızla tarlalara dağılıp yattılar yere. Askerler ses duymuş olacak ki fenerlerle yanlarına kadar geldi. Hava sisli ve karanlıktı. Rüzgârın uğultusu duyuluyordu derinden derine… Yanlarında köpek olmadığı için şükrettiler hallerine.

Bir an evvel buradan gitmeliydiler. Fazla ilerleyemeden bir askeri araç geldi. Tekrar tarlaya yatıp gizlendiler.

İç geçirdi Abdullah: “Peygamber ocağının şanlı bekçisi, kahraman Mehmetçiğim… Senden mi kaçıyorum ben?”

Sürünerek yavaş yavaş ilerliyordu. Dere kıyısında, sola doğru devam etti. Tehlike geçmemişti henüz. Çok hızlı olmalıydı. Arkasına döndüğünde, garip bir boşlukta kaldı. Herkes neredeydi?

Abdullah ilerlerken onlar bulundukları yerde beklemişler, dere kıyısında sağa dönmüşlerdi. Uzun bir süre birbirini aradılar sessizce. Tarladaki buğdaylar, rüzgârın eşliğinde dalgalanıyordu. Anlaşılan, buluşmak mümkün değildi. Boynu bükük, eve döndüler.

Abdullah için gece daha çetindi. Uzakta gözüken köye doğru yürüdü. Bir süre sonra durdu. Dikkatli olmalı, fazla yaklaşmamalıydı. Daha önce hiç fark etmemişti bir damla suyun bu kadar aziz olduğunu.

Gücü tükenmişti artık. Bacaklarında hissettiği uyuşukluk yavaş yavaş vücuduna yayılıyordu. Toprağa uzandı. Usulca mırıldandı: “Döşeğin toprak bu gece, yastığın taştan Abdullah…”

Tarlaların arasında boş bir gübre çuvalı çarptı gözüne. Son bir gayret uzandı, üzerine aldı. Köpek sesleri yankılanıyordu uzaklarda. Kımıldayacak hali kalmamıştı.

“Kimsesizlerin sahibi sensin Allah’ım,” diyerek yumdu gözlerini.

Eşi kırgın mıydı acaba kendisine? Ah bir kez görüşebilse, derdini anlatabilseydi! Akşam eve döndüğünde miniklerinin attığı sevinç çığlıkları kulaklarında yankılandı: “Baba!” İnsanın içini ısıtan gülümseyişleri hayalinde belirdi.

Yanı başında derin solumalar hissederek gözlerini açtı. Az önce uluyan köpekler bunlar olmalıydı. Korkmaya bile hali olmaz mıydı insanın? Sakin sakin baktılar bir süre. Sonra kıvrılıp yattılar, usulca sokularak iki yanına. Gözlerinden süzülen iki damla yaşta gizliydi duyduğu minnet Allah’a.

Yaşadıklarını şöyle bir gözden geçirdi. Göz kapakları ağırlaştıkça ağırlaşıyor, şuuru giderek bulanıklaşıyordu. Alıp başını gitmek istedi uçsuz bucaksız diyarlara. İnsanlardan, dünyanın hengâmesinden uzak… Her şeyden, herkesten uzak, ama O’na yakın…

Kendine geldiğinde köpekler gitmişti. Güneş bulutların ardından usulca baş göstermeye başlamıştı. Rahman’ın kula lütfu, güneşin o muhteşem doğuşundaydı. Silkindi; tarlaları aşıp yola çıktı. Kuş uçmaz kervan geçmez bu yerlerde tek başına kalakalmıştı. Çaresizce yürümeye başladı. Girift düşünceler içinde derinden bir ses duydu. Motosiklet sesiydi bu. Önce tedirgin oldu, sonra kendini kaderin cilvesine salıverdi. Yaklaştı, yaklaştı… Yanına gelince durup seslendi adam:

“Hayırdır, geçemedin mi?”

“Geçemedim.”

“Haydi atla.”

Başka çaresi yoktu zaten Abdullah’ın. Onca yol yürüyerek biter miydi? Biraz ilerledikten sonra adam, arabası olan bir arkadaşından Abdullah’ı merkeze götürmesini rica etti. Allah aciz kulunu yarı yolda bırakmıyor; hiç tanımadığı insanları kendisine seferber ediyordu. Rüzgârda savrulan bir yaprak gibi hissetti kendini. Lakin başıboş değildi. Her bir yaprağın düşüşü, Rabbin ilmi ve takdiri dâhilinde değil miydi?

Teşekkür ederek indi araçtan. Şehir merkezinde, insanların arasında bulunmak ilk defa bu kadar mutlu etmişti onu. Sonra dalıverdi gözleri. Mutluluk neydi? Zor bir soruydu bu.

Bir an dünkü şoförün yazdırdığı telefon numarası geldi aklına. Birinden telefon bulmalıydı. Durakta bekleyen gençlerden rica etti. Kısa bir süre sonra adam çıkageldi. Arkadaşının evine götürdü kendisini yeniden.

Yukarı çıktı. Dünkü fırtınadan sonra bu kapının önünde yeniden duruyor olmak değişik bir histi. Usulca tıklattı kapıyı. Uyuyorlar mıydı acaba? Tekrar tıklatmakta tereddüt etti. Geçen seneden, endişeyle yaşamanın, korkuyu tatmanın ne demek olduğunu biliyordu. Sonunda kapı açıldı.

Gözlerine inanamadılar önce. Can yoldaşları mıydı sapasağlam karşılarında duran?

“Neredesin be Abdullah? Korkuttun bizi.”

Söylenecek çok şey vardı aslında. Söz dediğin neydi? Bir bakış, bir bakışa neler anlatırdı hâlbuki. Son bir kez bakamamıştı gözlerinin içine. Doya doya koklayamamıştı minik çiçeklerini. Yine de şükretti haline. Hasreti derinden hissetmek de güzeldi. İnsanlığın üç kuruşa satıldığı şu zavallı dünyada; zalim değil, mazlum olmak da bir bahtiyarlıktı.

 

Bu yazıyı paylaş