Ruh ötelere açık insanın en derin ledünnîliğini teşkil eder. O, insanın insan olarak kalmasında ve daha ötelere, ötelerin de ötelerine açılmasında sırlı bir kanat mahiyetindedir. Evc-i kemâlât-ı insâniye, o kanadın canlılığına ve metafizik gerilimine vâdedilmiş ilâhî bir utûfettir. Onun felç olması ise, insanın manevî anatomik sisteminin de felç olması demektir ki, biz buna kestirmeden “ruh zehirlenmesi” diyoruz.
Ruh zehirlenmesinin tedavisi oldukça güç, hatta bazı ahvalde âdeta imkânsızdır. Zira çok defa hissedilmez onun ağrısı-sızısı; duyulmaz bir hekime gidilme arzusu. Dolayısıyla da böyle biri kalbî ve ruhî hayat itibarıyla ölü gibidir ama varamaz farkına işin vahametinin. Dahası, iç dünyası açısından en tiksindirici deformasyonlara maruz kaldığı hâlde, şuursuzca, mevcut tahribatına yeni yeni tahribatlar ilâve etme arkasında koşar durur da göremez o kapkaranlık sonucu; göremez, zira o, ruhen zehirlenmekle bir basiret körlüğü yaşamaktadır.. görülecekleri mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine uygun göremez.. “Görüyorum!” dediklerinin de arka planlarına akıl erdiremez. Nasıl erdirebilir ki, felç olmuştur onun idrak sistemi.. kırılmıştır ruh anatomisinin kolu kanadı.. ve işlemez olmuştur mantığı, muhakemesi.. dolayısıyla da değerlendiremez olup bitenleri, tefrik edemez akı-karayı. Zira zehir dumura uğratmıştır ondaki idrak ve temyiz kabiliyetlerini. Öyle ki, bu hâli ile o, zehri panzehir gibi görmekte; deniz suyuyla susuzluk giderme türünden, içtikçe yanmakta ve yandıkça da içmeye devam etmektedir.
İnsan ruhunu zehirleyen faktörler sayılmayacak kadar çoktur ve bunlardan bir tanesi dahi insanı insanlığından uzaklaştıracak mahiyettedir. Bunların birkaçının birden bulunması ise, Arap’ın “dâü’l-udâl” dediği maraz türünden, kâbil-i iltiyam olmayan iç içe ne illetlere ne illetlere sebeptir!.. Kibir, gurur, bencillik, ucub, fahirlenme, şöhret hissi, makam tutkusu, alkışlanma ve takdir edilme arzusu, servet sevdası, nefis ve hevâ esareti, menfaat ve çıkar zaafı, sonradan bulma ve görme küstahlaştırması… gibi hususlar bunların başında gelir. Bunlara karşı açık duran biri, enâniyeti, çalımı, cakası, şımarıklığı ve kaba tavırlarıyla öyle bir şirazesizlik sergiler ki, gayrı egosantrizm çağlayanına yelken açmış böyle birine -Hak’tan ekstra bir inayet olmazsa- ne o en güvenli sahiller, ne o en müsait limanlar, ne de herkese kucak açan o şirin rıhtımlar hiçbir şey ifade etmez ve o, sürüklenir narsizm çağlayanlarıyla Nemrutların, Şeddadların, Amnofislerin… helâk olup gittikleri girdaplara doğru. Sürüklenir gider de görüp sezemez o kahreden sû-i âkıbetini ve lânet ile yâd edilen biri hâline geleceğini. Görüp sezemez zira o, ruhu zehirlenmiş, mantık ve muhakemesi meflûç bir düşünce fakiri; hayatını hayvânî ve cismânî zevklerin tesirinde sürdüren şehevât-ı nefsâniyesi güdümünde bir bohem; mal-menâl, dünya debdebe ve şatafatını hak duygusu yerine koymuş bir sapkın; geçici zevk u safaları ötelerin ebedî güzelliklerine ve Hak hoşnutluğuna tercih etmiş bir kör,bir sağır, bir kalbsiz ve hayvânî tutkularının dürtüleriyle yarınları görmeyen bir hissizdir. Bir âyet-i kerimenin mazmunu çerçevesinde böyle biri şöyle resmedilir: Büyülenmiştir kadınlara/kızlara, yığın yığın mala, mülke, menâle; altına, gümüşe, dolara, dinara; ata, katıra ve emsaline -günümüz açısından- zırhlı lüks arabalara.. ve daha ne dünyevî debdebe ve ihtişama… Bu pes bayağı şeylerle görmez olmuştur öteler adına vâdedilen baş döndürücü güzellikleri ve Hak nezdindeki hüsn-ü âkıbeti.
Evet, insanın ruhî hayatındaki virütik alanlar böylesine cismânî ve nefsânî arzulara açık olursa, böyle birinin vicdânî hayatı için ölüm kaçınılmaz olmuştur. Mehâfet ve mehâbetullahla mamur olan bu en mühim sistem böyle felç olunca da gayrı öyle biri asla kendini doğru okuyamaz.. ahsen-i takvîme mazhariyetin ifade ettiği o engin gayeyi anlayamaz.. baş döndüren insan anatomisini, topyekûn kevn ü mekânların bir fihristi gibi göremez; göremez ve varlığı böyle bir temaşa ile değerlendiremez.. eşya ve hâdiseler arasında yer ve konumunu doğru belirleyemez; hatta bazen sebepler girdabına kapılarak natüralizm türküleri mırıldanmaya durur.. bazen hiç olmayacak faraziyelerin tesirinde materyalizm şarkılarıyla soluklanır.. bazen de hakikî din ruhuna aykırı bir çeşit dindarlık kisvesine bürünerek sûrî ve şeklî Müslümanlık görüntüsü sergiler ki, kanaatimce bu, diğer inhiraf ve sapmalardan daha tehlikeli ve münafıkça bir davranış biçimi aksettirmektedir. -Bu konu, üzerinde daha uzunca durulması gereken bir husustur; biz şimdilik sırf bir işaretle yetinmek istiyoruz-.
Yukarıdaki hususlardan hangisi olursa olsun, zehirlenmiş bir ruh, sürekli iç içe kalak ve ızdıraplar yaşar.. sürekli, o güne kadar elde ettiği şeylerin elinden gideceği hafakanlarıyla oturur-kalkar.. mevcudu muhafaza ve ona yeni şeyler ilâve etme hırsıyla tûl-i emelden tûl-i emele koşar ve yer yer tevehhüm-i ebediyet hezeyanlarına girer; bu konuda zihni olmazlara takılınca da ölüm korkusuyla soluklanmaya durur.. ve bu düşünce fasılalarının, daha doğrusu hezeyan vetirelerinin hemen hepsinde kendini çepeçevre ve iç içe zulmetlerle kuşatılmış gibi hisseder. O, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın resmettiği şu tablodaki bedbaht gibidir: “Onların/onun hâli -duygu ve düşünce itibarıyla- derin bir denizde yoğun bir karanlık içinde bulunan birine benzer ki, bir yandan denizde dalga dalga üstüne, diğer yandan üstünde ürperten kopkoyu bir bulut.. öyle ki bu üst üste karanlıklar içinde o, kendi elini çıkarıp görmek istese onu dahi göremez.” (Nur, 40). Evet, o genel atmosferi hep böyle görür ve elem üstüne elem kâbuslarıyla kendini cehennem gayyasında sanır.
Ruhunu mâsivâ ve mâlâyâniyât ile zehirleyip felç etmiş böyle biri, tıpkı avlanmak için ormana açılmış acemi bir avcıya benzer ki, bir yandan o “av, av” derken diğer yandan da başkası tarafından avlanma korkusuyla tir tir titrer ve bağırıp çağırarak müteselli olmaya çalışır. Aslında o çoktan his ve kaprisleri tarafından avlanmıştır ama bunun farkında değildir. Kapalıdır kapısı-penceresi fizik ötesi âlemlere. Ne mahiyet-i insâniyedeki derinliklerden bir şey anlar ne de fezâ-yı ıtlaktaki beş yüz milyar galaksinin, dört yüz elli milyar yıldız kümesinin ahenk içindeki nağmelerini duyar. O, enfüsteki pırıl pırıl parıldayan bir meşaleyi söndürdüğünden, ne o başları döndüren eşya ve hadiselerin nizam ve şiiriyeti ne de onun arkasındaki muhit ilim, kâhir kudret ve bâhir meşîet ona bir şey ifade etmez; etmez de o bu yoklar sarmalı içinde hep hiçlik soluklanır durur. Evet o, ruhunu zehirlemekle, görme, duyma ve değerlendirme mekanizmalarını da felç etmiştir. Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyan böylelerini o enfes üslubuyla şöyle resmeder: “Kalbleri var ama idrak edilecek şeyleri idrak etmezler/edemezler; gözleri vardır fakat görmezler/göremezler; kulakları vardır ancak işitilecekleri işitmezler; bu itibarla da onlar -bir mânâda- hayvan, hatta ondan da sapkın ve sapıktırlar.” (Ârâf, 179).
Dünden bugüne bu tip ve bu çizgide dünya kadar insan, daha doğrusu insan suretinde pek çok kimse gelip geçtiği gibi, bundan sonra da o şeytan figürleri hep olagelecektir. Bunlara mukabil cismâniyetini kontrol altına alan, hayvaniyetten sıyrılıp kalbî ve ruhî hayata müteveccih bulunan dırahşan çehreler de eksik olmamıştır ve olmayacaktır. Bu durumda bize düşen şey, gölgemizi arkamıza alarak ihlâs, rıza ve iştiyak-ı likâullah yolunda soluklarımız kesilesiye O’na müteveccih yürümek olmalıdır; zira teveccühün teveccühe vesileliği değişmez bir âdet-i Sübhâniyedir. Ne hoş seslendirir bu hususu Muhammed Lütfi Efendi hazretleri:
“Sen Mevlâ’yı sevende, Mevlâ seni sevmez mi?!.
Rızasına ivende rızasını vermez mi?!.
…
Sular gibi çağlasan, Eyyûb gibi ağlasan,
Ciğergâhın dağlasan, ahvâlini sormaz mı?!.”
Cenâb-ı Hak, inâyet-i hâssasıyla, bizleri o özel lütfuyla lütuflandırsın.