Kast; teveccüh, itimat, dosdoğru yürüme, bir hedef belirleyip o istikamette hareket etme, ifrat ve tefrite düşmeden itidalli düşünme, itidalli yaşama ve hep itidali takip etme mânâlarına gelir ki, lügatlere mevzu teşkil eden bu mefhumlarla erbâbının; Mahbûb-u Hakikî olan Allah sevgisini, Allah hoşnutluğunu elde etme yolunda, O’ndan başka her şeyden kalbî alâkayı kesme şeklindeki tariflerini irtibatlandırmak her zaman mümkündür.
“Dil beyt-i Hudâ’dır, ânı pâk eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.”
İ. Hakkı
Yani, “Gönül bir Hudâ evidir, onu Allah’tan gayri her şeyden pak tut ki, o sarayın gerçek sahibi, tecelli köşkünü rahmetle şereflendirsin.” ifadesi, bu yüksek teveccüh ve itimadı ve bu yüksek hedefi tahakkuk ettirme istikametindeki niyet ve kararlılığı anlatmakta ve kasttan azme, azimden hedefe, çok uzak ve yakın, çok uzun ve kısa bir mesafeyi kuşbakışı gözlerimizin önüne sermektedir.
Aslında ifrat ve tefrite, dolayısıyla da kalbî ve ruhî sıkıntılara maruz kalmadan huzur ve itminan içinde bulunmanın önemli tek bir yolu vardır; o da, Hak rızası ve Hak sevgisinin esas alınıp, hayatın bir dantela gibi bu esaslar çerçevesinde nakşedilip yaşanmasıdır. “Bir gönül ki, Dost’tan, Dost talebinden hâlîdir, o, ızdırap ve sıkıntılardan kurtulamaz! Bir baş ki, onda Dost sevgisi yoktur; o başta öz ve mânâ arama! Zira o baş, bir post ve deriden ibarettir.” (Mesnevî)
Gönlünde O’na doğru seyahate karar vermiş ruhlar, bir lahza bile yolculuktan, yol tasavvurundan ve o yolda hedeflenen yüce mânâ ve yüce gayelerden gafil olmazlar. Bir kere gözleri ağyâra kaysa ve ağyâra “yâr” deseler, bir ömür boyu efgan eder inlerler. O’nun yoluyla hiç tanışmama büyük bir tali’sizlik, “tanıyıp-tanıştım” dedikten sonra takılıp yollarda kalma ise bir hüsran ve haybettir. Hem de ne hüsran ve haybet!
Kast evvelâ kalb yamaçlarında doğar ve gelişir, his vadilerinde bir çağlayan hâline gelir ve gürler. Sonra da insanın bütün benliğini sarar.. ve trafik işaretleri gibi ona gideceği hedefi gösterir. Bu mânâda kast, şuurlu bir niyettir ve gönül tepelerine saçılmış bir tohum gibidir. Bu niyetle gerilen ruh ve gönül tepelerine tohum saçan el, bir de ilâhî teyitle desteklenmişse, her hamle ve her gayret döl yatağını yüzlerce hayr u berekete açar ve beklemeye koyulur. Kast ile belli bir turnikeye giren insan, iki adım ötede azimle buluşur ve o atmosfere girince de âdeta hedefe doğru yüzmeye başlar.
Azmi; herhangi bir mevzuda kararlı olmak, karar verdiği şeyde çeşitli alternatiflere kapalı bulunmak, arkasına düşüp talep ettiği hususlarda sebat etmek ve üzerine aldığı sorumlulukları ciddî bir mesuliyet şuuru ile yerine getirmek şeklinde de tarif edebiliriz.
Azim, kastın ötesinde iradenin daha derince bir buududur. Ve aynı zamanda, tevekkül ve teslimiyet semasına yükselme yolunun da ilk basamağıdır. Kur’ân-ı Kerim, bu başlangıç ve sonu o kendine mahsus büyüleyici ifadeleriyle sadece dört-beş kelime içinde şöyle noktalar: “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül ol..!”[1] Bu ilk basamak, tevekkülle aşılır ve teslimiyetle tesbit edilirse, tepeler dümdüz, düz yollar da bütün bütün pürüzsüzleşir ve insan havada uçuyor gibi gider maksuduna ulaşır.
Kast u azim, kendilerine mahsus derinliklerle, iradenin buudlarından iki buud ve onun önemli iki esasıdırlar. Uzun seyahatlere niyet etmiş her yolcu, mutlaka kast u azim menziline uğrayıp “vize” alma mecburiyetindedir. Bu menzilden vize aldıktan sonradır ki gerçek yolculuk başlar. Hem de kast u azim kanatları altında ve onlarla başlayan bir sırlı derinlik içinde… İrade murada inkılap edip onun içinde eriyince, birer proje ve taslaktan ibaret olan kast u azim de itibarî birer unvan hâline gelir ve silinir giderler. Hak dostu: “Her kim mükellefiyetlerinin üstünde, Allah’a vuslat arzusuyla şahlanırsa, Hudâ ona gelir.” der. Gelir de onun gören gözü, işiten kulağı ve konuşan lisanı şeklinde tecelli eder.
Evet, kast u azmin kanatlarıyla yoldakiler için vuslat, fenâ içinde bir bekadır. Yolları aşmış ve muradlaşmış ruhlar içinse vuslat, beka içinde bekadır ve hayırların hayır doğurduğu bu “doğurgan daire” içinde elemin izine bile rastlanmaz. Elemin izine rastlamak şöyle dursun, orada elemler lezzet ufkunda doğar-batar, kahırlar da lütuflarla iç içe yaşar. Başı bu noktaya ulaşmış bahtiyar bir ruh her zaman “Kahrın da hoş lütfun da hoş” der.. ve elinde rıza kâsesi, Hak’tan gelen her şeyi cennet kevserleri gibi yudumlar gezer.
اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الثَّبَاتَ فِي الْأَمْرِ وَأَسْأَلُكَ الْعَزِيمَةَ فِي الرُّشْدِ وَأَسْأَلُكَ شُكْرَ نِعْمَتِكَ وَحُسْنَ عِبَادَتِكَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِه وَصَحْبِه أَجْمَعِينَ
[1] Âl-i İmrân sûresi, 3/159.