Geri Dönmemek Üzere Hicret

Arapça kökenli bir kelime olan hicret, “terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek, bir yerden başka bir yere göç etmek” anlamlarına gelir. Tasavvufta ise “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” demektir. Dinî kavram olarak, herhangi bir Müslüman fert veya topluluğun, inançları yüzünden baskı gördükleri bir yerden başka bir yere göç etmesine verilen isimdir.

İslamî literatürde hicret denilince Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) 622 yılında Mekke’den Medine’ye Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ve Âmir b. Füheyre (radıyallâhu anh) ile tarihin akışını değiştirecek mukaddes seferi anlaşılır. Tevafuktur ki bu kutsî seyahat, Safer ayının 26. günü başlamış ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin dünyaya teşrifi ile aynı tarih olan Rebiülevvel ayının 12. günü Kubâ’ya ulaşılmasıyla tamamlanmıştır. Bu hicret, Medine ufkunda ter ü taze bir doğum olacak ve bütün insanlığa yepyeni neşv ü nemalar sunacaktır. Yıllar sonra, Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) hilafeti döneminde toplanan heyet bunu bir başlangıç kabul edip tarihin akışını bu seyahate göre değiştirecektir. Artık takvimler de hicrete göre ayarlanmıştır, çünkü hicret sıfır noktasıdır. Her şey o noktadan yeniden başlayacak ve gelecek ona göre kurgulanacaktır.

Hicret İlahî Beyan’da en çok işlenen kavramlardan biridir. Hicret edenlerin müjdelendiği ve hicretin teşvik edildiğini muhtelif âyetlerde görebiliriz.[1]

Hadislerde hicret kavramını daha ziyade mecazî anlamında görürüz. Aslında bir mânâda Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hicreti her zaman fiilen yaşamış ve yaşatmıştır; hicret âdeta onun bir parçası olmuştur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimsedir.”[2] buyurur. Başka bir hadiste de hicretin “kötü şeyleri terk etmek”[3] anlamına geldiği belirtilir.

Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan bütün peygamberlerin hayatlarında hicretin yer aldığını görebiliriz. Hicret, peygamberlerin ve onların yolunda giden mefkûre yolcularının değişmez kaderidir.

Allah’ın emrettiği hayat sürdürülemez ve inanılan mukaddesata göre yaşanamaz hâle geldi ise inanılanların yaşanması hicrete vâbestedir. İlahî Beyan’da, “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur…” (Nisâ, 4/100) âyetiyle hicret edenler müjdelenmektedir.

Tohum, toprağı benimserse ürün verir. Toprağa girmeden bir yerde bekletilen tohum için çürüme mukadderdir. Tohumun canlılığı toprakla bütünleşmesiyle mümkündür. Hicretin esas misyonunu eda etmesi de memleket hayalinden kurtulup hicret edilen yere teksif-i nazar etmeye vâbestedir. İşte o zaman tohum, toprakla bütünleşecek ve yepyeni neşv ü nemalar olacaktır.

Allah (celle celâluhu) gecenin karanlığını yarıp nasıl sabahı çıkarıyorsa, tohumları ve çekirdekleri de yarıp onlardan çeşit çeşit bitkileri çıkarır. Allah ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. Rabbimize tam güvenerek yapılacak hicret ölü ruhlar için bile hayatiyet vesilesi olabilir.

Ferdin ruhlar âleminden başlayıp anne karnına, oradan dünyaya, dünyadan da ötelere uzanan seyahati de hicret olarak adlandırılacağı gibi, hayatın içindeki bir hâlden başka bir hâle geçişler de mecazî mânâda hicret sayılır. Ataletten aksiyona, günahlardan kalb ve ruhun derece-i hayatına geçişler de hicret olarak adlandırılabilir.

Hareket bereketi doğurur, hareketli her şey çevresini de etkiler. Hele bu hareket, mukaddes dava uğrunda ise etrafında oluşturacağı manevî halkalarla insanları etkiler. Bu göz kamaştıran mübarek halkaları peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hayatlarında ve Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hayatında görebiliriz. Her biri kuvvetli bir mıknatıs gibi etrafındakilere tesir etmiş, maddî ve manevî renklerinden insanlık asırlarca etkilenmiş ve etkilenmeye de devam etmektedir. İşte bu büyük kametlerin terbiyesi ile iç hicretini gerçekleştirmiş o kutsiler, dış hicretleri ile bu manevî halkayı tamamlamış olurlar. İç dinamizmin dışa yansıması ile her zaman kendini hedefine ulaşmaya hazır bir ok gibi hissederek her lahza hicret ettiği yerde mülahazalarını taze tutarak hareket ederler.

Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicret ettiği beldeyi sevme adına yaptığı dua da manidardır: “Allah’ım! Bizlere Mekke’yi sevdirdiğin gibi, ondan daha da fazla Medine’yi sevdir.”[4] Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye ilk geldiğinde yaptığı tavsiyeler, asimile olmadan entegre olabilmenin de aslında ana payandaları olsa gerektir: “Ey insanlar! Selâmı yayınız, yemek yediriniz, akrabalarınızla alâkanızı ve onlara yardımınızı devam ettiriniz. İnsanlar uyurken siz namaz kılınız. Bu sayede selâmetle cennete girersiniz.”[5] Selamla Müslümanların arasındaki sevgi ve saygı artarken, yemek yedirmekle diyaloğa devam etme, akrabalarla ilişkiyi kesmeden irtibatı devam ettirme ve bütün bunları yaparken de namazla içte derinleşme tavsiye edilmektedir.

Hicrette esas gaye, hicret edilmiş beldeye entegrasyondur. Asimile olmadan entegrasyon, dinin ana prensiplerinden taviz vermeden yeni yere uyum demektir. Kendi değerlerimizi koruyarak ve derinlemesine yaşayarak muhtemel asimilasyonların önüne büyük setler çekilebilir.

Bu entegrasyonun başında temekkün etmeye çalıştığımız beldede kullanılan dilin en iyi şekilde öğrenilmesi birinci öncelik olarak karşımıza çıkar. Zorlukları da olsa yerel dile ağırlık vermede fayda vardır. Bu dili öğrendikten sonra kapıların ardına kadar açıldığı görülecektir.

Artık vatanım burası diyebilme, yani hicret edilen yeri vatan olarak ittihaz etme, aslında sünnetlerin de en büyüklerinden biri sayılır. Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hayatında bunu takip edelim:

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’den çıkarken Kâbe’ye hüzünle bakıp, “Allah’ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer buranın halkı beni zorla çıkarmasaydı, ben kendiliğimden çıkmazdım.[6] buyurmuştu. Bütün hasret ve hicranını da heybesine koyarak yeni beldesine doğru yola çıkmıştı.

Allah, Sevgili Peygamberimize (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hicret’ten sekiz sene sonra, Ramazan ayında, ayrıldığı köyü ve en sevdiği Kâbe’ye kavuşmayı nasip etmiştir. Kendi köyünde kalabilirdi, ama her zaman ümmetine en güzel örnek olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), yine fiilen arkadaşlarına mesaj veriyordu. Fetihten sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’de sadece 15 gün kaldı ve namazları iki rekât olarak kıldırdı. Bütün ümmetine bir örnek teşkil ederek, âdeta “Burada geçiciyiz. Hicret ve hizmet beldelerimize geri döneceğiz, haberiniz olsun.” der gibiydi.

Bizler de bulunduğumuz beldelerde hâlâ kapalı bavullarımız varsa onları açalım ve temekkün etmeye çalışalım. Bazı şeyler düzelse de geri dönmeyi düşünmeyelim. Tabiî ki her zaman olduğu gibi bazı istisnalar olacaktır. Bizler istisnalardan olacaksak, buna istişare ederek karar verelim. Memleketimizde de tekrar güzelliklerin yaşanacağı ümidini hiç kaybetmeden bütün müstebitlerin tarihin çöplüğüne gideceklerini ve ibretle anılacaklarını akıldan çıkarmayalım. Kur’ân bu hakikate, Ra’d sûresinde “Köpük yok olup gider, insanlara faydası olan cevher kısmı ise kalır.” (Ra’d, 13/17) hükmüyle işaret eder.

Ümidi ile hep önümüzde en güzel misal olmuş Bediüzzaman’ın Tiflis’te Rus polisine söyledikleri manidardır: “Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.”[7]

Allah’ın izni ve inayetiyle güzel memleketimizde de bu istibdat perdesi yırtılacaktır. Kimsenin endişesi olmasın. O zaman tekrar vazife yapacak olanlar, memleketlerine dönebilir, ama bu kararın istişare ile alınması önem arz etmektedir.

İstisnalar dışında, bir gün tekrar memleketimize dönme fırsatı olursa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi seferilikten çıkmadan büyüklerimizin ellerini öperek, dualarını alarak tekrar hicret ve hizmet beldelerimize geri dönmeye çalışalım. İşte o zaman hicretin tam hakkını vermiş olan sıddıklar, şehitler ve salihler zümresine yakın olabiliriz.

Dipnotlar

[1] Bakara, 2/218, Âl-i İmrân, 3/195, Nisâ, 4/89, 97, 98, 100, Enfâl, 8/72, 74, 75, Tevbe, 9/19, 20, Nahl, 16/41, 110, Hac, 22/58, Nur, 24/22, Ankebût, 29/26, Ahzâb, 33/50, Haşr, 59/9, Mümtahine, 60/10.

[2] Buhârî, İman, 4; Ebû Dâvûd, Cihat, 4, Vitir, 11.

[3] Müsned, IV, 114.

[4] Buhârî, Deavât, 43.

[5] Tirmizî, Kıyâmet, 42. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, İkâmet, 174, Et’ime, 1.

[6] Heysemi, Mecmau‘z-Zevâid, 3/283.

[7] Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 76.

Bu yazıyı paylaş