Vahiyle Şereflenen Dil – Arapça –

Asr-ı Saadet’te, Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda, yürekleri dağlayan bir hâdise şöyle anlatılır:

Ya Rasûlallah! Biz Cahiliye döneminde putlara tapar, çocukları öldürürdük. Benim küçük bir kızım vardı. Bu kız beni çok severdi. Çağırdığım zaman koşa koşa yanıma gelirdi. Bir gün onu yanıma alıp evden uzaklaştım ve kolundan tutarak bir kuyuya attım. Kuyudan uzaklaşırken duyduğum son sözleri ‘Babacığım, babacığım!’ çığlıklarıydı.”

Bu hikâyeyi dinleyen Allah’ın Resûlü çok üzülür ve gözlerinden yaşlar akmaya başlar. Orada bulunanlardan biri olayı anlatan şahsa, “Resûlullah’ı üzdün!” diyerek çıkışır. Efendimiz‚ “Ona müdahale etmeyin, bırakın istediği gibi anlatsın.” der ve olayı tekrar anlattırır. Fahr-ı Kâinat, sakalı ıslanıncaya kadar ağlar.”[1]Vahşetin geldiği son noktayı tasvir eden hâdisenin geçtiği devirde, cemiyeti ayakta tutan hak, hukuk, adalet ve merhamet gibi mefhumlar pâyimal olup insanî değerler, zulmetin zifiri karanlığında yolunu kaybetmek suretiyle çırpınırken, zarafet, nezaket ve rikkat talep eden belagat zirvelere ulaşmıştır. Ne yazık ki belagatte kazanılan letafet ve incelik, taşlaşan kalbleri yumuşatmaya yetmediği gibi Mekke semalarında, âdeta kâbus gibi dolaşan zulüm bulutlarını da dağıtamaz.

Bu dönemde Mekke, ticarî ve edebî faaliyetlerin merkezi durumundadır. Ziyaret ve panayır günlerinde farklı beldelerden insanlar akın akın bu şehre gelirler. Panayırlarda usta şairler kahramanlık temalı şiirler okur, soylarının yüceliğinden bahisler açarlar. Gelenek ve göreneklerini şiirle ziyaretçilere naklederler. İslamiyet’ten önce eğitim ve öğretim faaliyetleri yaygın olmasa da bahsedilen etkinlikler sayesinde nazım inkişaf eder. Sadece şiirde değil haber ve hikmetli sözlerde dahi kafiyeli, sanatlı söz söyleme yaygınlık kazanır. Edebiyattan anlamayanlar bile birçok şiiri ezberler ve okur.[2]

Şairler, bahsedilen dönemde diğerlerine göre ön plana çıkan Kureyş ağzı ile şiirlerini söylerler. Kureyş diyalektinin yaygınlık kazanmasını; Kureyşlilerin, Hicaz gibi dış baskılardan korunaklı bir bölgede oturmalarından dolayı coğrafî; Kâbe’nin kutsal bir mekân olarak Cahiliye döneminde de temayüz etmesi sebebiyle dinî; ticaret yollarının Mekke’den geçmesi ve birçok panayırın bu beldede düzenlenmesi hasebiyle de ticarî sebeplere bağlamak mümkündür.[3]

Şiir, bu devirde kabileleri ayaklandıracak kadar önemlidir. Şair, hicivleri ile hedef aldığı kitleyi yaralar, kabileleri birbirine düşürebilir. Bundan dolayı da insanlar onların oklarına mârûz kalmamak için kendilerine övgüler yağdırır. Cahiliye döneminde birçok anne baba, çocuklarının büyük bir komutan olmaktansa usta bir şair olmasını yeğler. Bu dönemde şair, gizli bilgilere sahip, ilhama açık, sezgisi güçlü bir sanatkâr olarak addedilir.[4] Bu süreçle birlikte belli bir anlatım gücüne erişen Arapça, vahyin i’cazlı ve berrak kelamını da taşıyabilecek bir kıvama gelir.

Sözün ve şiirin zirvede olduğu, baş tacı yapıldığı bir devirde, insanlık Mekke semalarında yankılanan İlahîBeyan’la uyanır, şerefyâb olur. Kıyamete kadar payidar olacak dinin ilk emrinin “Oku!” olması ve nâzil olan ilk âyetlerde “kalem”e vurgu yapılması zamanlama açısından dikkat çekerken Efendimizin ümmeti için bu iki mefhumun önemli olacağına da işaret vardır.

Kur’ân-ı Kerim’in nüzulü ile birlikte insanlar, bir anda üslup, fesahat, lafız, mânâ, anlatım tarzı ve yeni malumatlar açısından o güne kadar duymadıkları ve görmedikleri, mucizevî bir kelamla karşılaşırlar. Söz söylemeye teşne, sanatlı söz söyleme becerisi zirvede olan insanlar, İlahî Beyan’ın karşısında aciz kalırlar. Kureyş’in edebiyat alanında ileri gelenlerinden Velid b. Mugire, bir gün, güya risalet davasından Resûl-i Ekrem’i vazgeçirmek için huzura çıkar. Efendimiz tarafından tilavet olunan âyetleri duyunca gerisin geri döner. Arkadaşlarına: “Ey cemaat, şiirin her çeşidini aranızda en iyi bilen benim. Veciz sözlere benim kadar değer vereniniz yoktur. Yemin olsun ki Muhammed’e nâzil olanlar, malum sözler gibi değildir. O sözlere üstün gelecek söz bulunmaz.[5] şeklinde Kur’ân-ı Kerim’in İlahî kelam olduğunu itiraf eder.

Velid b. Mugire, Kur’ân’ın i’caz yönünü bu veciz sözlerle ifade ederken eskiler Yüce Beyanı; “Fesahati ile insanları kendisine hayran bırakıp akılları çelmesi, ihtiva ettiği gaybî haberler ve gelecekle ilgili ihbarları mucizedir. Kulağa ve gönle tesiri, ruhları cezbetmesi ve dinlenince kalbe damlaması ne nesirde ne de şiirde görülür. Kâinat hakkında ihtiva ettiği ilmî gerçekler de harikuladedir.[6] şeklinde, özlü olarak, her yönüyle tasvir ederler.

Üstad Bediüzzaman’ın “mahzen-i mucizât ve mucize-i kübrâ”[7] olarak vasfettiği Kur’ân-ı Kerim; fertten cemiyete, cemiyetten kâinata kadar bütün varlıkları büyük bir panorama içerisinde, ibretamiz misallerle verirken insan ve toplum hayatını düzenleyen hükümleri, veciz bir üslup ile vazeder. O gün konuşulan dilde nâzil olan İlahî Beyan, bir taraftan mevcut dilin özelliklerini yansıtırken diğer taraftan da söz varlığı ve üslup yönüyle yenilikleri de beraberinde getirir. Yüce Beyan’ın nüzulüyle birlikte birçok yeni kavram ve ifade de Arapçaya girer.

Kur’ân-ı Kerim ile Cahiliye dönemindeki şiirlerde görülen söz varlığını karşılaştırdığımızda, kelime çeşitliliğini üç başlık altında incelemek mümkün gözükmektedir:

  1. Cahiliye dönemindeki anlamını koruyan kelimeler: Cennet, Firdevs, saîr, cahîm, hac, umre, rab vb.
  2. Kur’ân-ı Kerim ile birlikte anlamı değişen ve tahdit edilen kelimeler: şeriat, resûl, nebi, salat, sıyam gibi. Bunun yanında anlamı genişleyen kelimeler de vardır; küfür, fısk ve nifak gibi.
  3. Cahiliye döneminde bilinmeyen, Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu yeni kelimeler: cizye, had, ta’ziz, İblis, Vahid, Cebbar vb.[8]

Kur’ân-ı Kerim’in nüzulü ile cemiyette köklü değişiklikler yaşanırken gelişmelere paralel olarak dilde de tarih sahnesine kadem basan medeniyetin izlerini taşıyan yenilikler görülmeye başlar. Daha önce kullanılan birçok kelime, Kur’ân-ı Kerim ile birlikte farklı anlamlar kazanır ve literatüre girer. İslamiyet’le birlikte kısa süre içerisinde cevval ve işlek bir dil hâline gelen Arapçanın söz varlığı artar, sürekli inkişaf edecek konuma ve zemine taşınır. Cahiliye döneminde kullanılan birçok kelimeye yeni anlamlar yüklenir. Salat kelimesi “dua, istiğfar, rahmet, tazim” mânâlarında kullanılırken İslamiyet’le birlikte, tekbirle başlayıp selamla sona eren bir ibadete, yani namaza da isim olur. Aynı şekilde zekât kelimesinin temel anlamı “temizlik, artmak, bereketli olmak” iken Kur’ân-ı Kerim ile birlikte Cahiliye döneminde bilinmeyen, İslamiyet’le birlikte farz kılınan bir ibadet için de kullanılır. Aynı şekilde teyemmüm, takva, mağfiret gibi kelimeler de bu minvalde dile kazandırılan yeni kavramlardır.[9]

Efendimizin; “Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”[10] şeklinde üç alametiyle, veciz bir tarzda tarif ettiği “münafık”, Cahiliye döneminde bir tarla faresinin adıdır. Bu farenin, biri yerin yüzeyine yakın diğeri de toprağın derininde iki yuvası vardır. Derinden herhangi bir tehlikeye maruz kaldığında yüzeye yakın yuvaya delik açıp geçer. Toprak üstünden herhangi bir tehlike ile karşı karşıya geldiği zaman da derindeki yuvaya intikal eder.[11] Münafık kelimesi Kur’ân-ı Kerim ile birlikte yeni anlamını kazanır. Her devirde, bir virüs gibi, toplumda açtığı onulmaz ve derin yaralarla maruf olan münafık, günümüzde sıklıkla kullanılması yanında, Arapçadan da birçok dile geçer.

Cahiliye döneminde “gayya” kelimesi “rüşt” kelimesinin zıddı olarak kullanılır ve deve yavrusunun sütten tiksinmesinden dolayı süt içmeyip helak olacak kadar zayıf düşmesi anlatılırken İslamiyet’le birlikte Allah’a isyan eden talihsizlerin, Cehennem’de yuvarlanacağı yer kastedilerek yeni bir hüviyet kazanır.[12]

Putperestliğin yaygın olduğu dönemde müşrikler putlara “evsân, esnâm ve şüfeâ’” gibi isimler verirler. Kur’ân-ı Kerim putlar için “şerik/şürekâ’, nid/endâd, tâğût ve cibt” gibi yeni tabirler kullanır. Bu tabirler, daha önce putlar için kullanılmamıştır.[13]

Dil bilimci Muharrem Ergin, bu yönüyle dilin sürekli geliştiğine ve yeni kelimelerin türetildiğine dikkat çeker. Elbette bir dilin yenilenmesi ve inkişaf edebilmesi için farklı alanlardaki gelişmelerin hayata geçirilmesi gerekir. Bu yönüyle İslamiyet’le birlikte hayatın bütün alanlarını ihata edecek düzenlemeler yapılırken dolaylı olarak da dilde yeni kelime ve kavramların türetilmesinin yolu açılır. Cahiliye döneminde şiirle ön plana çıkan Arapça, İslamiyet’in gelmesiyle birlikte hadis, tefsir, kelam ve akait gibi yeni ilimler sayesinde binlerce terim kazanır.

Vahiy kesilmesine rağmen dildeki inkişaf, bahsedilen ilim dalları sayesinde devam eder. Anahtar kelimeler, Kur’ân menşeli olurken birçok kelimenin de dilin işlek hâle gelmesi sebebiyle farklı mânâlarda kullanımı karşımıza çıkar. Mesela “illet” kelimesi fıkıhta hükmün gayesini gerçekleştirdiği kabul edilen, açık ve istikrarlı vasıf, hadiste kusur, tasavvufta uyarma, felsefede de sebep olmak üzere farklı anlamlarda kullanılır. Aynı şekilde “vacip”, kelamda zorunlu varlığı, fıkıhta (Hanefi mezhebine göre) subûtu zannî, delaleti kat’î olan hükümleri ifade eder.[14]

İslamiyet’le birlikte okuma yazma faaliyetleri de ivme kazanır. Bi’setten önce Kureyş’te okuma yazma bilenlerin sayısı 17 kişidir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hicret ettikten sonra Medine’de inşa ettiği mescitte eğitim faaliyetlerini de başlatır. Resûl-u Ekrem’in, Bedir savaşında esir düşen müşriklerden okuma yazma bilenlerin Müslümanlara okuma yazmayı öğretmeleri karşılığında hürriyetine kavuşacaklarını şart koşması, ilme verilen öneme güzel bir örnektir. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) döneminde medreseler açılır ve hocalar tayin edilir. Böylece Kureyş ağzı, eğitim dili ve edebî dil hâline gelir.[15]

Arapça, kısa süre içinde geniş bir coğrafyada konuşulan ve öğrenilen dil hâline gelirken fethedilen diyarlardaki dil ve kültürlerden etkilenmeden dolayı Arapçanın telaffuzunda ve imlasında yanlış kullanımlar artmaya başlar. Hazreti Ömer’e bir beldeden gelen mektupta imla hatalarının olduğu görülür. Halife, valiye yazdığı mektupta kâtibi uyarmasını ve o ayki maaşını ceza olarak geç vermesini tembihler.[16] Böylece Arap literatürüne “lahn”, yani “kelimeleri yanlış telaffuz etme” terimi girer.[17] Bu süreçle birlikte Arapçada nahiv (söz dizimi, sentaks) ve sarf (yapı bilimi, morfoloji) çalışmaları da başlar.

Kur’ân-ı Kerim’i anlama, kelimelerin ince mânâlarını öğrenme arzusu gün geçtikçe artar, böylece sözlüklere ihtiyaç duyulur. İlahî Beyan’ı en ince nüanslarına kadar mütalaa etme gayreti, sözlüklerin hazırlanmasına zemin hazırlar. İbn-i Abbas (radıyallâhu anh), Cahiliye dönemindeki edebiyata hâkim olduğundan kelimeleri tarif etmede başarılı olur.[18]

İslamiyet’le birlikte Arap yarımadası dışındaki milletlerden Müslüman olan insanlar, Kur’ân-ı Kerim’i anlamak için Arapça öğrenir. Bu süreçle birlikte Kur’ân’ın dili, rağbet edilen lisanlardan biri hâline gelir. Arapça, Sami dilleri ailesinde yer alır. Bu grupta bulunan Akadca, Fenikece, Aramice, Süryanice, Habeşçe ve İbranice gibi diller, belli bir dönemde bu coğrafyada aktif olarak konuşulan, popüler dillerdendir. Günümüzde bahsedilen lisanların bazıları ölü dil hâline gelirken Kureyş lehçesi ile İslam’ın dili hâline gelen Arapça, dünyada en zengin ve işlenmiş lisanlar arasında yerini alır. Bugün İslamiyet’e ilgi duyan birçok gayrimüslim araştırmacı dahi Arapçayı öğrenir.

Netice

Arapçanın Kureyş ağzı, başlangıçta Mekke ve çevresinde konuşulurken Kur’ân-ı Kerim ve Efendimizin hadisleri sayesinde kısa sürede dünya dili olur ve Arap dil birliğini gerçekleştirir. Dil biliminde, en muteber kaynaklardan biri de orijinali özenle korunan eserlerdir. Aslında bu yönüyle de Kur’ân-ı Kerim yedinci yüzyıla ait Kureyş ağzını en güzel şekilde günümüze kadar koruyarak taşıyan, nadide bir kaynaktır. İlahî sıyanet altında olması yönüyle de başka hiçbir dile nasip olmayan bir farklılıkla kıyamete kadar muhafaza edilecek olması, Arapçayı bu bakımdan farklı kılar.

Dipnotlar

[1] Abdullah b. Abdurrahman Dârimî, Es-Sünen, Mukaddime, Arabistan: Dâru’l-Muğni, 2000, 1: 3–4; Orhan Yılmaz, “Hadis/Sünnet Işığında Kız Çocuklarına Verilen Değer”, Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017, sayı: 8, s. 173–197.

[2] H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, (çev. Heyet), İstanbul: Kayıhan Yayınları, 1987, I, s. 89–91.

[3] Sevde Alan, “Klasik Arapçanın Ortaya Çıkışı ve Kullanım Alanı”, Yüksek Lisans Tezi, Bursa: Uludağ Üniversitesi, 2008, s. 22.

[4] Murat Özcan, “Cahiliye Dönemi Arap Edebiyatında Şiir Sanatı”, Eskiyeni, 2007, sayı: 5, s. 110.

[5] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul: Ravza Yayınları, 2015, cilt: 1, s. 41–42.

[6] Ziyad Halil Muhammed ed-Değamin, “Bediüzzaman Said Nursî’ye Göre Kur’an’ın Mucizeliğini Açıklama Metodu”, sorularlarisale.com/makale/bediuzzaman-said-nursiye-gore-kuranin-mucizeligini-aciklama-metodu

[7] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 256.

[8] Ûde Halil Ebû Ûde, Et-Tatavvuru’d- Dilâlî beyne Luğati’ş-Şi’ri’l-Câhilî ve Luğati’l -Kur’âni’l-Kerim, Ürdün: Mektebetü’l-Menâr, 1985. s. 540.

[9] Yakup Eroğlu, “Kur’ân-ı Kerîm’in Arap Diline Etki ve Katkıları”, Ağrı İslâmi İlimler Dergisi, Aralık 2020 (7), s. 187.

[10] Buhârî, Îmân, 24; Müslim, Îmân, 107–108.

[11] Muhammed Ersöz, Kur’an’ın Dil Yapısı ve Kur’an Kelimelerinin Terimleşmesi, Doktora Tezi, Erzurum: Atatürk Üniversitesi, 2014, s. 85.

[12] Eroğlu, a.g.e. s. 86.

[13] Toshihiko İzutsu, Kur’ân’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, (çev. Selahattin Ayaz), İstanbul: Pınar Yayınları, 1991, s. 36.

[14] İzutsu, a.g.e. s. 44–67.

[15] Ahmet Aslan, “Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in (S.A.V.) Arap Dili Üzerindeki Etkileri”,

Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2019, sayı: 42, s. 40–41.

[16] Aslan, a.g.e. s. 45.

[17] El-Câhız, El-Beyân ve’t-Tebyîn, cilt: 2, s. 318–323; Şevkî Dayf, El-Mederisu’n-Nahviyyetu, s. 11–12.

[18] Aslan, a.g.e. s. 47.

Bu yazıyı paylaş