Ağyar hapsinden artık firardayım Onsuzluğa artık baş kaldırdım Hasretin pek yakıcıymış ki yandım Yâre uzaklıktanmış marazlarım Maddenin katı yüzünden kurtuldum Eşya, füsunkar bir tablo şu
Aşkın izini sürerken bu esrârlı yolda Seni seven dilhûn gönlüm bir karanlık oda Aşk u sevdaya tutulsam gözlerim hep giryan Görmesem de Seni, bu kalbim
Yurt dışındaki Hizmet müesseseleri, memleket gibi sıcak gelir insana. Afrika’nın güneyinde bir yerlerde bile olsa anne şefkatiyle sizi karşılar. Öyle ki hiç yabancılık çekmezsiniz. Sanki
Yeryüzü̈ ve gökyüzündeki her şeyin bir rengi vardır. Eğer renk diye bir kavram olmasa, her şey grinin tonlarında görünse dünya son derece sıkıcı bir hal
Hatırlar mısın? “Unuturum” deyip terk ettiğim mutluluk mefkûremiz, daha dünmüş gibi gözlerimin önünde. Pişmanlığın binbir türlüsünü tattım! Ayrılık ızdırabı ruhumu kavururken, için için ağladım. Damla
Mevsim güz; aylardan kasım… Kasım, güzün son durağı… Anlamı gibi; “bölen, taksim eden.” Bizim payımıza düşen de gitmek olmuştu; bir kış günü geldiğimiz o küçük
1992 yılının sonbaharıydı. Tabiat solmaya yüz tutmuş ve yavaş yavaş kışın geleceğinin müjdesini veriyordu. Dünyanın en büyük devletlerinin biri dağılmış ve bünyesindeki devletler bağımsızlığına kavuşmuştu
Annem bugün, “Kızım doğduğunda sabahın tam yedisiydi” demiştir yine Eskiden de derdi çünkü. Eskiden de bisiklete binerdim ben Sepeti yoktu bisikletimin, çiçekleri yoktu Ama anneme
Hem arzda hem semadaki bir ordu Izdırabın ikliminde dualar tüllendiğinde Yeniden Asr-ı Saadet’i düşlüyordu Sevgiden atlaslar dile geldiğinde Ebedi mürekkeple bezenmiş kalemleri Yazdıkları hep ışıklı