Biyolojik dünyanın veya daha basit bir tabirle canlılığın devamı için yaratılan maddî sebepleri (elementler, aminoasitler, proteinler vs.) incelediğimizde, bunların kendi kendine veya tesadüfen bir araya getirilmiş unsurlar olmadığını görüyoruz. Atom altı parçacıklardan itibaren her bir atom veya molekülün; en basit gibi görünen hâlinden, trilyonlarcasının bir araya getirilmesiyle teşkil edilmiş organel ve hücre seviyelerine kadar tesadüfe imkân bırakmayacak bir hesap ve ölçü içinde yerleştirildiğinin her akıl sahibi farkındadır. 20 çeşit aminoasidin her birinin özel yapısı ve bunları kodlayan şifre moleküllerin (nükleotid) bir araya getirilerek proteinlerin birinci, ikinci ve üçüncü katlanmalarının, şaşırmadan yerine getirildiğini, en sonunda dördüncü bir katlanmanın, tam olması gereken yerlerden yapılarak hemoglobin, keratin, fibrin vs. şeklinde isimlendirdiğimiz hayatî moleküllerin sentezinde çok muazzam bir bilginin işletildiğini görüyoruz.
Bilgi olmadan güç ve kuvvet bir işe yaramaz ve faydalı bir eser ortaya konulamaz. Bakteriden balinaya kadar, canlılığın her kademesinde, metabolizma ve ekosistem münasebetlerinin de görülerek ve bilinerek işletildiği bütün canlı sistemlerde, bilginin olmadığı en küçük bir sentez reaksiyonu ve moleküler işleyiş göremeyiz. Hücredeki bütün işleyişlerde, hassas ayar mekanizmalarının altındaki moleküler nizam ve ölçü tamamen bilgiye dayanmaktadır. Biyokimyevî süreçlerin ve fizyolojik reaksiyonların altında yatan bilgiyi bugünkü teknolojik imkânlarla kısmen çözdükçe hayranlığımız ve şaşkınlığımız her gün bir kere daha artıyor.
Gözde iş görecek retinol pigmentinin, beyinde iş görecek lesitinin veya kanda oksijen ve karbondioksit taşıyacak hemoglobinin yapılarındaki aminoasit diziliminin hangi sırada olacağının, hangi safhada, nasıl bir katlanma yapılması gerektiğinin bilgisi, bu atomlara nereden gelmektedir? Bir yerde sanatlı ve mükemmel bir yapı varsa, bunu yapan Sanatkârın, nasıl bir ilim ve kudrete sahip olduğunu düşünmek gerekmez mi? Selimiye Camii’ni görüp de Mimar Sinan’ı merak etmemek, caminin duvarlarındaki taşların oraya nasıl geldiğini hesaba katmamak makul müdür?
Darwincilerin Bilim Anlayışındaki Eksiklik
Aslında Darwin’in bilim metodu, tarihin karanlığında kalmış olayların sebeplerini belirlemeye odaklanmıştır. Darwin’in bu metodu, tekrarlanabilen deneylere dayanan bilim anlayışından farklıdır. Yaklaşımı, daha çok adlî soruşturmalardaki, suçluyu bulmak için yapılan akıl yürütme tarzına benzemektedir. Peşin olarak kabul ettikleri konunun özü, farklı şekillerde yorumlanabilen ipuçlarından hareketle, hayatın nasıl ortaya çıktığına dair muhtemel sebeplere dayalı çıkarımlar yapmaktır.
Bilginin Mahiyeti
Sebepler açısından bütün biyolojik süreçlerin temelinde fonksiyonel proteinlerin iş gördüğünü bildiğimize göre, bu proteinleri kodlayan bilginin yazıldığı harfler olarak isimlendirdiğimiz DNA’daki azotlu baz dizilimleri, dijital bilgiler gibi yazılmıştır. Tıpkı bilgisayarlardaki sıfır ve bir sembollerinin tekrarlanması, mors alfabesindeki nokta ve çizgilerin, kitaplardaki alfabe harflerinin belirli sayıda ve sırada tekrarlanması ile bu işaretler mânâya dönüştürülmektedir.
Dijital bilginin bu tekrarlama mantığı nereden gelmiştir? Bilgisayardaki 0–1 mantığı, bir akıl ve zekâ ürünü ise bunun kaynağı nedir? Hayatın başlangıcındaki asıl soru, bilginin nereden geldiğidir. Bilgi DNA molekülünde kodlanmış olarak saklanırken, yeni hayat biçimleri için bu bilgiye nereden ilaveler yapılıyor ve bu ilaveler yerli yerine nasıl oturuyor? Bu soruların cevabı, ancak sonsuz bir ilim sahibi Zât’ı kabul etmekle verilebilir. Kil tabletlerdeki hiyeroglifi, kitaptaki yazıları, bilgisayar kodlarının yazıya dönüştürülmesini veya radyo sinyalleriyle iletilen elektromanyetik dalgalara gömülmüş bilgileri bir düşünelim. Ne zaman bir bilgi görsek onun kaynağına indiğimizde maddî bir sürece değil, her şeyi kuşatan, sınırsız bir ilme şahit oluruz. Hayatın yaratılmasında organel seviyesinden, hücre, doku, organ ve sistemler seviyelerine kadar bütün yaratılış görüntülerinde, bilginin merkezde bulunduğunu, akıl almaz bir ilmin, yepyeni molekül, hücre ve organlarla kendini gösterdiğini anlıyoruz.
Evrimin iddiasına göre, herhangi bir seviyedeki canlıdan, farklı donanımda ve özelliklerde yeni bir canlıya doğru gelişme yaşanacaksa, bunun temelinde bir bilgi olmalıdır ve bu bilginin kaynağı sorulmalıdır. Balığın solungacı ve yüzgeci, kurbağada akciğere ve parmakları olan bir bacağa dönüşecekse (!), bunun bir bilgi temeli olmalıdır. Her iş bir bilgi gerektirir. Bir an için 530 milyon yıl önce, kambriyendeki canlıların iddia edildiği gibi evrimleştiğini hayal edersek, hiçbir örneği ve prototipi olmadan yeni dokular ve organlar, hangi bilgi ile evrimleştiler?
Yeni hayvanlar için yeni proteinlere ve yeni bilgiye ihtiyaç vardır. Bu bilgi, canlının mârûz kalacağı şartlara, vücut yapısında kullanılacak malzemenin cinsine, yiyeceği gıdaları sindirmek için ihtiyaç duyacağı enzimlere uygun, kısacası bütün hayatına iyi yönde tesir edecek bir mahiyette olmalıdır. “Bu kadar bilgi gerektiren proteinler, acaba tesadüfen nasıl ortaya çıkabilir?” sorusuna cevap aramak için 1966’da düzenlenen bir sempozyumun “Evrimin Neo-Darwinci yorumuna matematik açısından meydan okumalar” başlığı altında yapılan konuşmalar dikkat çekmiştir. Nobel Ödülü sahibi Sir Peter Medawar’ın başkanlık ettiği toplantılardan çıkan genel fikir birliğine göre, Neo-Darwinizm matematik açısından savunulabilir bir konumda değildir.
Medawar şunları ifade etmiştir: “Bu sempozyumun birinci sebebi, İngilizce konuşulan dünyada evrim teorisi olarak kabul edilen, sözde neo-Darwinci teori hakkında oldukça yaygın bir memnuniyetsizlik duygusudur. Mevcut teoride bir şeylerin eksik olduğunu hisseden bilim adamı arkadaşlarımız tarafından yapılan itirazlar var … Mevcut neo-Darwinci teoriye yönelik bu itirazlar, genel olarak biyologlar arasında çok yaygın olarak kabul ediliyor ve bence hiçbir şekilde bunları hafife almamalıyız. Bu sempozyumu yapıyor olmamız da zaten onları hafife almadığımızın delilidir.”[1]
Philadelphia’daki Wistar Enstitüsündeki toplantıyı düzenleyen MIT çalışanları; mutasyonların mevcut bilgiye ait programı bozacağı konusunu, rastgele mutasyon ile bir protein üretmek veya bir hücre yapmak için yeterli biyolojik bilgi üretilip üretilemeyeceği meselesini tartıştılar. MIT profesörü Dr. Murray Eden şunu ifade etti: “Hiçbir dil rastgele harf değişikliklerini kabul etmez. Herhangi bir harf veya karakter değişikliği mânâyı bozar. Kitap, bilgisayar programı veya DNA hiç fark etmez.” Eden ve ekibi, kombinasyon hesaplarıyla, bir nesnenin kaç ihtimalle, hangi şekil ve tiplerde diğerleriyle birleşebileceğini inceledi.[2]
Basit bir bisiklet kilidinde, rakamları 0 ile 9 arasında olan, dört kadranlı, döndürülen bir mekanizma kullanılır. Kilidi açmak için dört rakamlı bir şifre gereklidir. Şifrenin kombinasyonunu bilmeyen bir kişinin, 10x10x10x10 ihtimal arasından doğru şifreyi bulması gerekir. Bu da 10.000’de 1 ihtimal demektir. Kilidin dört değil de 10 kadranı olsaydı, 1010kombinasyonu = 10 milyonda 1 ihtimal demektir. Wistar Sempozyumuna katılanlar, o gün bu soruya tam olarak cevap veremediler. Mesela 150 aminoasitlik kısa bir proteine karşılık gelen sayı 10195’dir.
Buna rağmen evrim inancındaki biyologlar spekülasyona devam ettiler. 1960’larda henüz kaç ihtimalin böyle bir senteze imkân verdiğini bilmiyorlardı. Fakat evrim teorisyenlerinin birçoğu, muhtemel bütün aminoasit dizilimlerinin büyük bir kısmının fonksiyonel dizilim olması gerektiğini savundu. Böyle olunca protein sentezinde fonksiyonel bir dizi için rastgele bir aramanın yüksek bir başarı ihtimaline sahip olduğu zannına kapıldılar. Yani onlara göre, biyolojik harfler, kitap veya bilgisayar kodunda olduğu gibi hassas ve seçici değildir! Sanki proteinler, hangi aminoasidin nerede olduğu ile çok ilgilenmiyordu![3]
Ancak moleküler biyoloji ve protein sentezinin detayları konusundaki hassas ayarlamalara ait deneyler, hücre içindeki metabolizmaya ait bilgi problemi konusundaki spekülasyonları ortadan kaldırmıştır.[4]
Cambridge Üniversitesinde moleküler biyolog olan Douglas Axe’a göre, fonksiyonel protein üretiminde rol oynayan DNA baz dizileri, aslında çok sayıda muhtemel diziler arasında oldukça nadirdir. Ne kadar nadir? Axe, mutagenez tekniği ile bu soruyu cevapladı ve 150 aminoasitlik fonksiyonel protein üreten her DNA dizilimine karşılık, üç boyutlu ve kararlı bir proteine dönüşmeyen 1077 aminoasit dizilimi olduğunu gösterdi. Bu tespit, sadece bir adet doğru dizilime karşılık 1077 yanlış dizilim demektir. Bu durum 77 kadranı olan ve her bir kadranında 10 rakam bulunan bir kilitte, sadece bir doğru kombinasyonu aramaya eş değerdir. Kıyas için söylersek, Samanyolu galaksisinin tamamında 1065 atom vardır.
Dünyada hayatın 3,5 milyar yıl önce görüldüğü ve günümüze kadar yaşamış 1040 organizmanın olduğu iddia edildiğine göre, 1040 rakamının 1077’nin yanında çok küçük kaldığını hesap edersek, bu ihtimal tam olarak 10 trilyon trilyon trilyonda birdir. Başka bir ifadeyle 150 aminoasitlik tek bir fonksiyon yapabilecek bir proteinin ortaya çıkması için bir mutasyona tesadüfen rast gelinmesi, 10 trilyon trilyon trilyonda bir ihtimaldir.
Hâlbuki yeni canlıların inşası için birçok yeni proteinin yaratılması gereklidir. Mesela omurgasızlarda kemik dokusu yoktur, kara omurgalılarında ise kemik veya kıkırdağa ihtiyaç vardır. Bu dokuların inşası için yeni kolajen, kondrin, jelatin, derinin dayanıklılığı için keratin gibi proteinler lazımdır ve bunlar çok büyük moleküller olup üç boyutlu yapılarının teşekkülü için çok hassas katlanmalarla şekillenirler. Bir molekülün yanlış yerden kıvrılması, hücre içindeki fonksiyonunu geçersiz kılar. Hücrelerimizde her saniye milyonlarca protein molekülü yaratılır, bazıları parçalanıp farklı yollara sevk edilirken, işletilen akıl almaz bilgiyi modern teknolojilerimizle ancak heceleyebiliyorken, akılsız ve şuursuz moleküler süreçler, hangi bilgi ile beslenmektedir? Araştırmacılar, hangi süreçlerin temel olarak kabul edilmesi gerektiği konusunda bölünmüş durumdadır.[5]
Epigenetik dinamiklerin genlere hayret verici bir şekilde tesiri, Neo-Darwinizme meydan okumaktadır. Artık genlerin birebir fenotipte tezahürü kavramı, rafa kaldırılmıştır. Çevreye ait faktörlerin mutasyon yokluğunda da çeşitli fenotiplerin üretilmesinde genlerin yaratılışında tayin edilmiş bir algoritma ile çalıştırıldığı, farklı seviyelerde yaratılmış düzenleyici ağların, genlerin tezahürünü değiştirdiği anlaşılmaktadır.[6]
Batı’daki evrim teorisyenlerinin açmazlar karşısındaki yeni teori arayışlarına karşılık Michael Behe gibi biyokimyacıların çok güçlü çıkışları, yaratılışı inkâr eden camiada ciddi bir sarsıntı meydana getirmiştir. New York Timesgazetesinde, 22 Ağustos 2005 tarihinde neşredilen, “Hayatın kompleksliğini açıklarken Darwinistler ile Şüpheciler çatışıyor” başlıklı bir makale, bu konuya ışık tutmuş, Yaratılışçıların varlıktaki ilme dayalı bir tasarıma dikkat çeken, bilhassa biyokimyevî bilgilerle desteklenmiş görüşlerine de yer vermiştir.[7]
Evrimin temel inancını hiç değiştirmeden, her yeni çıkan ve bir öncekini çürüten veya geçersiz kılan iddiaya göre yeniden bir hipotez kurmaya yönelik bu girişimler, hayatın temelindeki bilgi ve bu bilginin kaynağı konusunda âciz kalmaya mahkûm gözükmektedir. Zira her bir canlı türünün detayında ayrı bir plan, ihtiyaca göre farklı sistemler ve ekosistemdeki hikmetli işleyişlere ait bilgiler, açıkça tesadüfleri reddeder.
Dipnotlar
[1] P. S. Moorhead, M. M. Kaplan, “Evolution: What Is Required of a Theory?: Mathematical Challenges to the Neo-Darwinian Interpretation of Evolution, A Symposium”, Philadelphia, April 1966. Wistar Institute Press, Philadelphia, 1967, Wistar Institute Symposium Monograph, No. 5. Science, 160/3826, s. 408.
[2] M. Eden, “Inadequacies as a Scientific Theory,” Mathematical Challenges to the Neo-Darwinian Interpretation of Evolution, Wistar Institute Press, 1966, No. 5, s. 11.
[3] J. M. Smith, “Natural Selection and the Concept of a Protein Space”, Nature, 1970, 225, s. 563–564.
[4] D. D. Axe, “Estimating the prevalence of protein sequences adopting functional enzyme folds”, J. Mol. Biol., Aug 27, 2004; 341/5, 1295–1315; D. Axe Dougla, “The Case against on Darwinian Origin of Protein Folds”, Biocompexity, 2010, 1, s. 1–12.
[5] K. Laland ve ark. “Does evolutionary theory need a rethink?”, Nature, 2014, 514, s. 161–164.
[6] S. Huang, “The molecular and mathematical basis of Waddington’s epigenetic landscape: A framework for post‐Darwinian biology?”, Bioessays, 2012, 34/2, s. 149–157.
[7] Chang Kenneth, “In Explaining Life’s Complexity, Darwinists and Doubters Clash”, The New York Times, August, 22, 2005.